Ünal Tümin; “İbrahim Yüncü’nün Pazartesi Mektupları!”
Ünal Tümin; "İbrahim Yüncü'nün Pazartesi Mektupları!"
Çocukluk yıllarımda mahallemizde dini bütün, renkli bir komşumuz Mürvet Hanım Teyzemiz vardı. Ailesindeki dertler onu çok bunaltır ve derin bir “Ohhhh” çekerken, birden frene basar ve “Oh demedim, Allah dedim” derdi!
Günümüzde de halkı canından bezdiren yokluk, yoksulluk, yolsuzluk, yobazlık, Yandaşlık gibi (3-Y) li yakınanların yarasına merhem olabilmek için ünlü sanatçı Tarkan da ABD’ den şarkı besteleyip göndermiş: “Geççek mi? Geçmicek mi?” diye…
Vallahi karar sizin! Şarkılardaki gibi “Arkası gelmez dertlerimin fesuphanallah”, ister” böyle gelmiş böyle gider- gitmez”, ister Aziz Nesin’in 3 ciltlik anılarındaki gibi “Böyle gelmiş, böyle gitmez” deyin. Karar sizin! Çünkü, linççiler (!) kol geziyor olabilir!
Eh! zaten Osmanlı Saraylarındaki hafiyelerin “mektupla jurnallemelerin” yerini günümüzde gizli kamera ve mikrofonlar almıyor mu!
İsterseniz 1980’lerden kalma bir fıkra ile konuyu esneteyim; “Amerika Birleşik Devletleri’nin başkenti, Washington… Washington’un en önemli binası, Beyaz Saray… Beyaz Saray’ın en önemli yeri Başkan’ın odası… İşte Beyaz Saray’ da Başkan’ın üstündeki yazı: Çiçekleri sulamayın!... İmza: CİA” Neden acaba? Mikrofonlar paslanıyormuş da ondan!
Voltaıre’nin dediği gibi “Çiçeği ayağımızın altında ezebiliriz, ama yaydığı kokuyu ortadan nasıl kaldıracağız?” değil mi?
* * *
Günümüzde iletişim kuracağınız bir “E-POSTA” adresiniz yoksa ne jurnalcilik yapabiliyorsunuz ne de bir iş başvurusunda bulunabiliyorsunuz. Eskiden bu işler hep posta ile oluyordu. Mektup, kişi ve kurumların birbiriyle haberleşmek için yazdıkları yazılardır.
Bunlar, siyasi edebi ve ilmi konularda yazılmış belge niteliğindedir. Türk Edebiyatında “16. Yüzyılda Fuzuli’nin yazdığı Şikayetname” ilk mektup olarak bilinir. Türk Edebiyatı’nda unutulmayacak mektuplar vardır. Örneğin Nazım Hikmet’in Piraye Hanım’a, Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a, Ahmed Arif’in Leyla Hanım’a, Cemal Süreyya’nın Zühal Hanım’a, Abidin Dino’nun Güzin Hanım’a, Behçet Necatigil’ in Huriye Hanım’a yazdıkları aşk mektupları gibi…
İnternette face’ye takılanlar, değerli dostum İbrahim Yüncü’nün her pazartesi günü yayınladığı “Pazartesi Mektupları” na rastlamışlardır. İbrahim Yüncü, yıllar önce Girit’ten gelip Çeşme’ye ve de İzmir’e yerleşmiş, eczacılık tahsili yapmış, iş, spor dünyamızın yakından tanıdığı kişidir. O da edebiyat düşkünü ve hatıralarını durmadan yazanlardandır. Nitekim en son yayınladığı “Girit’ten Göç İzleri” kitabı çok okunanlardandır. Pazartesi Mektuplarını başlarda kızı Melisa’ya yazılan mektuplar olarak tanımlayan Yüncü, Üniversite için İzmir’den ayrıldığı dönemde mail olarak gönderiyormuş…
İnsanları bir araya getiren bir takım kavramlar vardır. Yüncü, “Ne mutlu ki bizler spora önem veren, zamanının spora ayıran insanlarız. Aktif spor yapıp da yanlış yapan çok az insan vardır.” dedikten sonra sorularımı özetle şöyle derleyip cevapladı:
“Çocukluğum Göztepe sahasında , gençliğim ise iyi bir Altay taraftarı olarak Altınordu sahasında geçti. Yaşdaşlarım ile o günleri yad etmek çok hoşuma gider. Kopamadığım bir diğer konu ise; Cumhuriyet sonrasında toplumu ortak bir kültüre ulaştırmak adına halk evleri kurulmuştu. Ucundan yetiştik bile diyemiyorum ama büyüklerimizden o günün koşullarına göre sahnelenen sanatsal etkinlikleri keyif ile dinlerdik, onlara çok özenirim. Yaşadıklarımızı, dinlediklerimizi şimdi gençlere yansıtmak için çabalar veriyoruz. Çağımız, internet gibi bir kolaylığa sahip olunca sayfa oluşturdum dileyen herkes okur oldu. Pazar günlerim zaman olarak en uygun olduğum günler, halen de öyle. Sabah ilk işim; Bilgisayarın başına oturup yataktan kalkmadan önce tasarladıklarımı ekrana dökmek. İnsanın kendisine mektup yazması gibi bir şey! Soruyu soran da yanıtlayan da aynı kişi… “
Amaçlarını da şöyle yorumluyor: “Yaptığım hataları, başkalarının yapmasını önlemek! Bir an için sizin gibi gazeteci olduğumu farz etsem ucunda, çok uzaklarda bir mum ışığına erişmek için kıvranan bir canlı gibi hissederim kendimi… Zorlukları var! Nedeni şu; sizin yazdığınız fikirler, sizin yapınızda düşünen insanlar tarafından kabul görüyor ancak geride bir yığın insan var ki hoş olmayan mesajlar atıyorlar. Sanki bir fikir çatışması yaşatılıyor.”
Günümüzün gençliği için söyledikleri de var: “Bizim kuşaktan çok farklı! Bilgi donanımları yüksek, teknolojik olanakları üst düzeyde lisan konusunda bir yabancı ülke insanı ile doğal bir konuşma seviyesindeler. İnternet dolayısı ile dünya gençliği ile arkadaşlık yapıyorlar ancak önemli bir eksikleri var. Bizi tanımıyorlar, deneyimlerimize önem vermiyorlar! 15 yaşında torunum var, eşime torunum ile sokakta karşılaşsak beni tanımaz. Çünkü, ekrandan kafayı kaldırdıkları nadirdir. Sanal dostluklar, sanal yarışmalar acaba eğitimleri de mi sanal diye düşündürüyor beni… Örneğin benim kuşağım her pazartesi sabahı okula girer girmez üç büyük takım arasındaki maçların olumsuz sonuçları hakkında bir tartışma yaşardı. Şimdi benim gördüğüm takım dahi tutmuyor, Mein Craft oyununu tartışıyorlar. Benim çocukluk ve gençlik dönemim gerçek dostluklar ile geçti, biz canlı bir yaşamın yaşayan çocukları olarak büyüdük.”
İbrahim Yüncü sözü “Pazartesi Mektuplarına” getirdi: “Pazartesi Mektupları’ na gelince! İnsanın hayatını etkileyen küçük küçük olaylar vardır. Yaşadığınız an fark etmezsiniz ancak ruhunuzda iz bırakır. 1972-73 te Ankara’da Mevki adı ile anılan askeri hastanenin yedek subay eczacısıydım. Ülkemiz siyasi bir karmaşa içindeydi. Perşembe günleri siyasi mahkûmlar viziteye çıkar, reçetelerini yazdırıp eczaneye gelirlerdi. Tanınmış edebiyatçılar, siyaset insanları ile yüz yüze geldiğimiz olurdu. Mahkûmlar ile konuşmak yasaktı ama sivil hayatımdan gelen alışkanlığım ile bir defasında hal hatır sormuştum. Sorduğum kişi Behice Boran’dı. Olanları tahmin etmişsinizdir. Gardiyan geldi; ‘Teğmenim sizi komutan çağırıyor’ dedi, birlikte gittik. Yolda gardiyan hanımın söylediği sözü unutamam. Teğmenim üzülmeyin, siz bizim gökyüzüne gönderdiğimiz duaların yeryüzündeki karşılığısınız!”
Ve anı kitapları içinde şunları söyledi:
“Şimdi yaşanılmış böyle bir anı havada kalıp unutulur mu? Bunları not etmek gerek, sonunda elbette kitap olur bu anılar. Çocukluk anılarımız içinde de toplumlar arası çarpıklıklar yaşadık hep. Bunları da bir kitap halinde herkes ile paylaşmak iyi geldi bana. Kitabın adını “Girit’ten Göç İzleri“ koymuş da olsak bunlar kültür değişiklikleri sonucu yeni gelinen coğrafyada yaşayan insanların ruhlarında bıraktığı izlerdir…”
9 Eylül Gazetesi