DOLAR 35,2068 0.3%
EURO 36,7672 0.92%
ALTIN 2.968,331,32
BIST 9.724,50-0,42%
BITCOIN 3378090-2,74%
İzmir
°

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

Futbol Panteonlarındaki Tanrılar!

Futbol Panteonlarındaki Tanrılar!

Sevgili Müslüm Gülhan'ın son derece akıcı ve bir o kadar da keyifli anlatımları ile süslenmiş yazıları okumanızı öneririm...

ABONE OL
Ekim 8, 2024 23:07
Futbol Panteonlarındaki Tanrılar!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ülkemizdeki bitmeyen futbol tartışmaları karşısında futbolun bambaşka yönleri ve hikayeleri de bünyesinde barındırmakta olduğu gerçeğini bir kez daha hepimize göstermeyi başardığı için kendisini yürekten kutluyorum…

Bir toplumsal kurum, toplumdaki düzenin birçok yönünü özellikle günlük yaşamımızın şekillenmesinde etkili olan değerleri, beklentileri, ilgileri, çıkarları tanımlar. Ayrıca, bu toplumsal kurumlar bireyin toplumda nasıl davranması, tavır göstermesi konusunda eğitici bir fonksiyona da sahiptirler. Bir toplumsal kurum olarak spor da bu fonksiyonları yerine getirmektedir. Ayrıca spor, iş dünyasını, kitle haberleşmesini, televizyonu, giyim endüstrisini, sosyal prestiji, reklam ve propagandayı, uluslararası ilişkileri ve buna benzer uğraşları da etkileme gücüne sahiptir. Sporu anlayabilmenin ve açıklayabilmenin yolu, sporun içinde yapıldığı toplumun ideolojik ve kültürel yapılarını anlamaktan geçecektir. Aksi takdirde spora yönelen her türlü anlama edimi, sporun toplumsal yaşam ile kurmuş olduğu bağlantı içerisinde yerine getirdiği işlevleri ve ilişkileri değil, sadece görünen sportif etkinlikleri ve sonuçları açıklayabilecektir.

Toplumun ideoloji üreten kurumları arasında bir karşılıklılık söz konusudur ve bu kurumlar toplumdaki iktidar örgütlenmesinin birer parçası olarak ortak duyunun inşasına katkıda bulunurlar. Geniş kitleleri etkisi altına alabilme gücü nedeniyle sportif etkinlikler özellikle de büyük organizasyonlar (olimpiyat oyunları, dünya futbol şampiyonası, şampiyonlar ligi organizasyonu gibi) toplumsal yaşam için ortak duyunun ve birlikteliğin yaratılmasında etkilidirler. Özellikle uluslararası futbol karşılaşmaları (zaman zaman birbirine düşman ülkeleri bir araya getirebilmektedir) sırasında ulusal kimlik ve beraberliğe yapılan vurgu üst düzeylere ulaşmaktadır.

Spor ve din kurumu arasındaki ilişkilerde, diğer toplumsal kurumlarla olan ilişkilerde olduğu şekliyle karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Spor, insanoğlunun davranış ve kendini ifade etme biçimlerinden birisi olarak dinle doğrudan bağlantı halindedir. Din ise sporun geniş kitleleri etkileme ve hitap etme gücünü özellikle sanayi devrimi sonrasında çeşitli kulüplerin kurulmasına öncülük ederek kullanmıştır. Aslında her iki kurumda insanların kendilerini huzurda hissetme, mutlu olma ve çevresindeki insanlar ile ortak bir payda altında bulunma duygusunu güçlendirmektedir. “Din, kutsal fikrine dayalı olan ve müminleri bir sosyo-dinsel topluluk içinde birleştiren bir inançlar, semboller ve pratikler(ritüeller) kümesidir (Marshall,1999)”. Günümüzde spor özellikle de futbol bir nevi din haline gelmiştir, müsabakaların oynandığı stadyumlar modern tapınaklar ve oynanan müsabakalarda bu dinsel ritüelin parçaları haline dönüşmüştür. Taraftarlar için takımlarının renklerini taşıyan bayraklar, geçmişten gelen semboller gibi değerlendirilmekte ve onların renkleri, bayrakları kutsal birer ikon haline gelmektedir. Arjantin’de ünlü futbolcu Maradona’ya tapanlardan kurulu bir cemaat oluşmuştur. Arjantin ve Brezilya’da futbol tutkusu taraftar mezarlıklarının kurulmasına kadar ileri götürülmüştür.

Futbolun hem mekteplisi hem de alaylısı olan sevgili dostum Müslüm Gülhan‘ın son kitabının başlığı ile sizlere hitap etmek istedim. Kitabın girişinde yer alan fotoğrafta ise antik Yunan’dan günümüze dek anlatıla gelen Sisyphos (Sisifos) efsanesine göndermede bulunulmaktadır. Sisyphos, Yunan mitolojisinde yer altı dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlanmaya mahkûm edilmiş bir kraldır. Ancak kaya, en yüksek noktaya geldiğinde yeniden aşağıya yuvarlanmaktadır. İşte bu söylencenin futbola uyarlanmış halini içeren görselde, futbol topunu yukarıya doğru çıkartmakta olan bir kişiyi görmekteyiz. Futbolu ve futbolun yıldızlarını içinde yaşanılan dünyanın bambaşka bir aşamasına oturtulması sonrasında futbolun yıldızlarının adeta çok tanrıcı yaklaşımın birer örneğine dönüştürülmesi ile karşı karşıya bırakıldık. Stadyumlar ve o stadyumların müdavimlerinin oluşturduğu kitle tarafından söz konusu mitler hızla dolaşıma sokuldu ve bazı futbolcular, çok daha farklı şekillerde anılmaya başlandılar. İşte sevgili Gülhan bu son çalışmasında önce politeizmden bahsediyor:

Politeizmdeki önemli bir nokta, birçok tanrıya tapınmanın her şeyi bilen ve her şeyden güçlü bir ilahi varlığa inancı da içerebilecek olmasıdır… Politeisteik panteonlarda, tanrıların birden çok ismi olabilir ve her isim tanrının belirli bir rolüne veya hikayesine gönderme yapıyor olabilir. Edson Arantes do Nascimento isminin yetenekleri ve bu yeteneklerin insanları etkileme kudreti karşılığında tanrısal bir boyuta ulaştığı zaman ve bu anlamda kabul gördüğü zaman ‘Pele’ adını aldığı gibi. Politeizmin genel prensipleri arasında tanrılarının sayısının belirsiz olması ve her tanrının kendine özgü görevlerinin bulunması vardır. Maradona’nın ‘tanrının eli’ yetkisini aldığı gibi. Politeizm dönemindeki tanrılara aşama aşama aile, kabile ve şehir ve ulus tanrılarına dönüştüğü düşünülmektedir. Bir sonraki aşama ise tanrılara soyut sıfatlar verilmesi, panteonda yer alan diğer tanrıların isim, sıfat ve eylemlerinin baş tanrılarda toplanmasıdır. Cruyff’un ‘Sarı Fare’, Beckhanbauer’in ‘İmparator’, Eusebio’nun ‘Kara Panter’, Boby Charlton’un ‘Sir’, hakiki Ronaldo’nun ‘Fenomen‘… (s.11-12).”

Bir sonraki bölümde futbolun bir ayin olduğu fikrini açıklama yoluna gidiyor:

Futbolu ben bir illüzyon olarak görüyorum aslında; spor olarak görmüyorum artık. Bir hayal dünyası, her şeyimizi aktardığımız bir hayal dünyası. Bütün duygularımızı, bütün zihinsel becerilerimizi deneyebileceğimiz, sınayabileceğimiz bir hayal dünyası. Futbol bu seviyede bir bilgisayar oyunu gibi…Kollektif bir psikoterapi seansı. Kolektif, on binlerce, yirmi binlerce, elli binlerce kişinin bir arada olduğu büyük bir şey. Ben bunu bir ayin olarak değerlendiriyorum. Bir maç değildir, ayindir. Bu eski çağların din ayinleri gibi ayin. Dionysos ayinleri gibi ayin, kendimizden geçtiğimiz, serotonin tavana vurduğu, dopaminin fırladığı, adrenalinin, yükseldiği bütün hormonlarımızın ortada olduğu ve her şeyin özgür olduğu bir ayin…Bu ayinler bana futbolun modern bir din olduğunu düşündürüyor. Modern bir din. İlkel toplumların dinleri gibi, çok tanrılı bir din. Tanrılarımız futbolcularımız ama değişiyor sezonluk”. (s. 13-14).

Gülhan’a göre futbolun ilahi bir boyut kazanmasındaki gerekçelerden en önemlisi: Futbolun sadece futboldan ibaret olmamasıdır. Çünkü hayat futbol sahasına çok benzer ve toplumda öne çıkan farklılıklar sahada yok olabilir.

Afrika’yı İncil ile ele geçiren güneşli imparatorluk, Güney Amerika’yı da doğal kaynakları sömürülmesine karşı futbol topunu vererek ülkeleri ele geçirmeye çalıştı…1930 dünya kupası finalinde dünyada hiç kimsenin haritada dahi yerini bilmediği bir ülke şampiyon olmuştu. Uruguay’ın bir özelliği de o dönem içinde herkesin kınamasına rağmen, siyah oyuncuları oynatması ve farklılık gözetmemesiydi. Hatta o dönemde Brezilya’da siyah oyuncular yüzlerine beyaz olması için birçok bitki sürerken Uruguay bu olayı o zamanlarda aşmıştı.” (s.23).

Kitabın içinde aslında futbol tarihi finallerinin en dramatiği olan 1950 Dünya kupasındaki Brezilya-Uruguay karşılaşması önemli bir yer tutuyor. Uruguay’ın 1920’li yıllardan itibaren futbol dünyasında adım adım gerçekleşen yükselişinin önce olimpiyat oyunlarında ardından ev sahipliğini üstlendiği 1930 dünya kupasında ve 1950 yılında Brezilya’da düzenlenen kupadaki şampiyonluğunun izlerini sürüyor:

Maçın ikinci golünü atıp Uruguay’ı şampiyon yapan Ghiggia’nın maçın sonunda söylediği söz anlamlıydı: ‘Maracana’nın sesini üç kişi kesmişti Papa, Frank Sinatra ve ben’… Ghiggia bir demecinde ‘2000 yılında Rio’ya çağrıldım. Havaalanında pasaportumu kontrol eden kız 23-24 yaşlarındaydı. Bir pasaporta bir de bana uzun uzun bakıyordu. Sonunda dayanamayıp ‘bir sorun mu var?’ diye sordum. Kız ise soruma cevap vererek ‘siz o Ghiggia mısınız?’ dedi. Kızın bu sorusuna çok şaşırmıştım. Çünkü 1950’yi hatırlamak için çok gençti. Ardından ‘1950’ler çok gerilerde kaldı’ dedim. Kız ise elini omuzuma koyarak şunları söyledi: ‘Brezilya’da biz o günü her gün yüreğimizde hissediyoruz” (s. 29).

Kitabın içerisinde George Best, Eusebio, Zidane, Brezilyalı fenomen Ronaldo, Totti, İniesta gibi isimlere yer veriliyor. 1974 dünya kupası finalinde karşı karşıya gelen Beckenbauer ile Cruyff arasındaki mücadeleyi özgün kılan husus için iki büyük ilahın aynı anda karşı karşıya oynuyor olmalarına vurguda bulunuluyor. Bu oyuncuların her birinin gerek kulüp takımları düzeyinde gerekse de ulusal takımlar ile kazandıklarına yönelik örnekler okuyucularla buluşturuluyor. Futbolun 1934 ve 1938 yıllarındaki dünya kupası organizasyonlarında İtalyan faşist lider Mussolini tarafından nasıl kullanıldığı anlatıldıktan sonra 1978 Arjantin dünya kupasının yine bir başka diktatör Videla tarafından nasıl amaçlarının gerçekleştirilmesinde aracı bir rol üstlenmiş olduğu üzerinde duruluyor. Pele ve 1970 dünya kupasından söz edilirken ise Meksika’nın Azteca stadyumunun on altı yıl ara ile dünya futbolunun iki büyük efsanesine ev sahipliği yapmış olmasının altı kalın çizgiler ile çiziliyor:

Azteca stadyumu panteon olarak hem tarihsel 11 olan Brezilya milli takımına hem de ilahi ve doğaüstü yeteneklere sahip bir oyuncu olan Pele’ye ev sahipliği yapıyordu. Ve Azteca panteon olarak bu değerini ikinci kez, 1986 yılında Maradona ile üst düzeye çıkaracaktı” (s. 49).

Pele’nin ulusal kimlik içerisinde elde ettiği başarılarına vurgu yapılırken, bir futbolcunun ülkenin en önemli milli değeri olarak ilan edilmesi konusunu da işlemek gerekir. Brezilya devletinin aldığı karar nedeniyle Pele, kendisinden sonrakilerden farklı olarak sadece Brezilya’da futbol oynamak zorunda kalmış ve milli takımlar düzeyinde üst düzey bir kariyere imza atmıştır. 1970’li yılların ortasında Amerika Birleşik Devletlerindeki Cosmos takımında yer almış ve yönetmenliğini John Huston’un yaptığı 1981 yapımı Zafere Kaçış filminde rol almıştır:

Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcularından biri olarak kabul görmektedir. İlk dünya şampiyonluğunu 18 yaşındayken 1958 yılında yaşadı. Futbol kariyerinde 1281 gol atarak kırılması çok zor bir rekora imza atmıştır. Bununla beraber Pele, kariyeri boyunca 6 defa bir maçta beşer gol kaydederek ayrı bir başarıya daha imza atmıştır. 30 defa da bir maçta dörder gol kaydeden Pele tam 92 maçta da hat trick yapmıştır. Nijerya’nın Pele’nin maçını izlemek için Biafra ile yaptığı savaşta 2 günlük ateşkes ilan edilmiştir…Bir başka olay da Brezilya liginde oynanan bir maçta Pele’nin oyundan atılması sonrası taraftarlar isyan etmiş ve hakemi zor durumda bırakmıştır. Bunun üzerine Pele 15 dakika sonra oyuna tekrar dönmüştür. Bu olayda en dikkat çeken şey ise hakem hakkında hiçbir cezai işlem uygulanmaması hatta hakemin takdir edilmesidir” (s. 53-54).

Dünya futbol tarihinin belki de en çok şampiyon olmayı hak eden Brezilya milli takımı 1982 kadrosuydu ve bu kadronun Sokrates isimli son derece farklı ve bir o kadar da kendine özgü bir şahsiyet olan müthiş bir kaptanı vardı. Yazara göre Sokrates, panteondaki filozoftur:

Sokrates 1982 takımını şöyle yorumlayacaktı: Bu takım, hayal gücü, idealizm ve şiir birleşimiydi. İnsanlar onların hayallerini yansıttığımız için bizi izlemeye geliyorlardı. Futbol sahasında güzellik, zaferden önce gelir… O maç, Dünya Kupasının en iyi maçıydı. İtalya da son derece iyi oynamıştı. İnsanların net hatırlamadığı bir şe bu. Ama gerçek şu ki; o Brezilya büyüleyiciydi. Diğer bütün takımlardan ayrı bir yerdeydi. Ve belki de kaybetmemizdeki trajedi, maçı unutulmaz kıldı. Ölçülemezlik… En güzel takım kupayı kazanamadı ama muhtemelen kazanmak, en önemli şey de değildi. Evet bence kazanmak hiçbir şeydir…Sadece alnında taşıdığı bandana değildi onu şimdiki futbolculardan farklı yapan. Onu farklı kılan özgür ve eşitlikçi bir toplum arayışında olmasıydı” (s.81-86).

Kitabın en özel yerlerinden birisi ise 1986 Azteca stadyumunda gerçekleşen ‘Tanrının Eli’ isimli olay ve olayın kahramanı Maradona’ya ayrılan bölümdür:

İki farklı tarihte ve tarihin görebileceği en yetenekli ilahi kişilerin yeteneklerini seyretme ve zaferlerine şahit olmak, her stadyumun veya her ülkenin harcı değildir. Bu büyük bir ayrıcalıktır. Azteca Stadyumu, 1970 yılında 107 bin 412 seyircinin izlediği ve Brezilya’nın İtalya’yı 4-1 yendiği maça ve 1986 yılında 114 bin 600 seyircinin izlediği ve Arjantin’in Almanya’yı 3-2 yendiği final maçlarına ev sahipliği yapmıştı. Bu panteonlar arasındaki en büyük ayrıcalıktı. San Paolo Stadı Maradona için panteon, İtalya için sınıfsal alandır…Napoli’nin ilk şampiyonluğu sadece futbol açısından bir kilometre taşı değildi, aynı zamanda sosyo-politik bir bağlamı da vardı. Şehir mezarlığında bulunan bir duvar yazısı her şeyi özetliyordu: ‘Çocuklar! Neyi kaçırdığınızı bilmiyorsunuz!’… 1990’daki yere seçimlerde oy pusulalarına ‘Viva Maradona’ yazıldı, saçından bir parça yerel bir tapınakta güvenli bir şekilde korunuyor, yüzü Napoli’deki duvarların birçoğunu hala süslüyor. İşler o duruma gelmişti ki 1990 Dünya kupasına ev sahibi İtalya ile yarı finalde, Napoli’de karşılaşan Arjantin deplasmanda değil kendi evindeydi! Çünkü stadı dolduran Napolililer, İtalya’yı değil Arjantin’i destekliyordu!..Bugün Napoli’de doğan ve Maradona’yı hiç canlı seyredememiş bir çocuk bile onu ‘ilah’ olarak benimsiyor… La Bombonera, Arjantin’in Buenos Aires şehrinin La Boca bölgesinde yer alan ve Arjantin’in köklü kulüplerinden Boca Juniors’un 49 bin seyirci kapasiteli iç saha maçlarını oynadığı stadyumun girişinde şu yazı yer alır: Boca dinim, Maradona tanrım, Bombonera ise mabedim” (s.89-94).

Kitabın sonunda Türkiye’den üç önemli isme yer veriliyor ancak onlardan önce dünya futbolunun son on beş-yirmi yılına damgasını vuran iki ismi ayrıntılı olarak okuyucular ile buluşturuyor: Lionel Messi ve Christiano Ronaldo:

Arjantin toplumunda Messi, Maradona’dan daha az saygı görüyor, bu sadece milli takımda sağladığı eşit performansların değil, aynı zamanda sınıf, kişilik ve arka plandaki farklılıkların da bir sonucu. Messi bazı yönlerden selefinin antitezidir: Maradona’nın gecekondu mahallerinden büyümesinden dolayı, dışadönük tutumundaki sertliği, tartışmalı bir karakter olmasının yanında, Messi, futbol dışında bu konular için yani dışa dönük tutumlardan dolayı harikulade olmayan bir adamdır…Bütün bu başarılarının ve ona duyulan hayranlığın arasında Messi saygı duyulacak biçimde mütevazılığını koruyor. ‘Kendimi tarihin en iyisi olarak düşünmüyorum. Ben sadece başka bir oyuncuyum’ diyor ve ekliyor, ‘Maç başladığında, sahada hepimiz aynıyız” (s. 151).

Çok zorlu koşullarda başlayan futbolculuk hayatına başarılar dolu bir kariyer sığdıran Ronaldo ise İngiltere’de Manchester United ile yükselen kariyerini Real Madrid ve Juventus’ta şampiyonluklarla süsleyerek üç büyük ligde şampiyon olan ilk futbolcu oldu. Halen Suudi Arabistan’da futbolculuğunu sürdürmekte olup bu yazının yazıldığı saatlerde İrlanda ile oynanan hazırlık karşılaşmasında iki güzel gole imza atma başarısını göstermiştir. Avrupa şampiyonasında milli takımımızın rakibi olan Portekiz milli takımın kaptanıdır:

Ronaldo, Nepal’de 8 binden fazla insanı öldüren depremden sonra yardım çabalarına 5 milyon sterlin bağışladıktan sonra, 2015 yılında dünyanın en hayırsever sporcusu seçildi. Haziran 2016’da Ronaldo, Real Madrid’in 2015-2016 Şampiyonlar Ligini kazanmasının ardından 600 bin sterlin Şampiyonlar Ligi priminin tamamını bağışladı. Ağustos 2016’da Ronaldo, katılımcıların birkaç farklı kıyafet ve pozdan birinde bir selfie çekmesine izin veren Çocukları Kurtarmaya yardım etmek için yardım amaçlı bir selfi uygulaması olan CR7Selfie’yi başlattı” (s. 169).

Kitabın son üç futbolcusu ise bu toprakların örnek isimleri olan Baba Hakkı (Yeten) Sinyor Can Bartu ve Taçsız Kral Metin Oktay. İlk ele alınan isim Beşiktaş’ın efsanevi kaptanı Hakkı Yeten’dir. “Toplumların karakteristik özellikleri, kültürleri futbol sahasına yansıyarak onların oyun stillerini ve prensiplerini oluşturur. Bizim için bu kültürün en anlamlı zaman dilimini, cumhuriyet dönemiyle, o sürecin içinde yaşamış ve tüm olguları bizzat yaşamı insanların ortak davranış modellerinde görmekteyiz… Baba Hakkı, Beşiktaş tarihinin en önemli futbolcusudur… Şeref Bey’le birlikte Beşiktaş’ın iki sembolünden birisidir ki o yüzden Beşiktaş demek ‘Şeref’inle Oynamak, Hakkı’nla Kazanmak’ demektir” (s. 171-180). Türkiye spor tarihindeki en özel isimlerden birisi hiç kuşkusuz Can Bartu’dur:

Başta Fenerbahçe olmak üzere spor tarihinde aynı takımda hem basketbol hem de futbol oynayan Bartu, Türk Milli takımı formasını hem basketbol hem de futbol sporunda giyen ilk ve tek sporcudur. Bartu, aynı gün içinde Galatasaray’la oynanan basketbol maçında 28 sayı kaydederken, Dolmabahçe’de oynanan futbol maçına çıkmış ve bir gol atmış bir oyuncudur” (s. 181).

Kitabın son ismi ise bugün hala etkisini sürdürmeyi başarabilen Metin Oktay’dır:

Sadece sahada ne yapmasını bilen bir kişilikten bahsetmiyorum, esası saha dışında başlayan ve sahada sadece bu kurgunun parçası olan erdemli bir yaşamdan bahsediyorum. Can Bartu ile Metin Oktay bu değerlerin çok önemli temsilcileriydi. Bu dönemdeki futbolcularla beraber Metin Oktay’ın tüm bu değerleri yaşamasının yanında, değişimleri de bizzat içinde yaşayan biri olarak, tüm farklılıkları uygulama fırsatıyla gelişimin içinde bulunmuş ve spor alanında sahip olduğu tüm değerleri kullanarak toplumsal bir misyonunu da yerine getirmiştir… Metin Kurt, Metin Oktay’ şu sözlerle anlatmıştır: Türk futbol tarihinin taraflı tarafsız tüm sporseverleri için Metin Ağabey efsane bir isimdir. Özel yaşamında tüm insanlara karşı derin bir sevgi beslemiş, her zaman da dara düşen sporcuların ve dostlarının hızır gibi imdadına-maddi veya manevi-yetişmiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamına karşı yürütülen imza kampanyasına katılarak onların verdiği mücadeleye karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermiştir. Onun bu yanını insanlarımızın çok azı bilir” (s.189-194).

Sevgili Müslüm Gülhan’ın son derece akıcı ve bir o kadar da keyifli anlatımları ile süslenmiş yazıları okumanızı öneririm. Ülkemizdeki bitmeyen futbol tartışmaları karşısında futbolun bambaşka yönleri ve hikayeleri de bünyesinde barındırmakta olduğu gerçeğini bir kez daha hepimize göstermeyi başardığı için kendisini yürekten kutluyorum.


Futbol Panteonlarındaki Tanrılar İki Kaleli Çoktanrılı Oyun-Müslüm Gülhan, Sancı Yayınları, İstanbul Mayıs 2024

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.

error: Kopyalamayın ! Her hakkı saklıdır .