Tarih söz konusu olduğunda bu ülkede bir anlamda akan sular durur ve kabul prosedürleri hayata geçirilir. Dünya tarihinin en önemli iki imparatorluğundan bir tanesinin torunları olmamıza karşın ne yazık ki bu büyüklüğü, hamasetin ötesine geçirebilecek adımları atmayı başarabilmiş değiliz. Okuma, yazma, düşünme, konuşma ve eleştirme eylemleri ile aramız hiçbir dönem çok sıcak olmadığı gibi içinden geçmekte olduğumuz görsellik çağı sonrasında bu eylemlerin büyük bir kısmını olduğu gibi alıp kabullenmeye ayırmış vaziyetteyiz. Sosyal medya sonrasında hamaset ve olduğundan çok daha büyük gösterme durumları çok daha kolaylaşmış durumda. Bir de bütün bunlara son yirmi yıl içerisinde tarihin yeniden yazılması için dizilerin kullanılmasını eklediğiniz anda işler iyice sarpa sarmaya başlıyor. On iki yıllık eğitim süresi boyunca bir türlü öğretilemeyen dil ve matematik becerilerinin yanına bir de kronolojik bir tarih imgesini eklemek durumundayız. Çünkü bu öğretim biçimi yüzünden tarihi değil tarihin sadece sayılarla birbirine eklemlenmiş olan bir yanını öğrencilere aktarma yoluna gidiyoruz. Buraya kadar bahsetmiş olduğum bu son derece önemli alanın ideolojik öğelerle yüklü olması ve son derece ideolojikleştirilmesi meselesine ise hiç ama hiç değinmiyorum bile.
Sevgili hocam Doğan Özlem‘in bize aktardığı Gadamer‘in bir sözü ile başlamanın tam sırasıdır diye düşünüyorum: Sosyal bilimler bir halıya benzer. Halının bir köşesine ayağınızı bastığınızda, halının tamamına basmışsınız demektir. Tarih denilen bir disiplinin belki de nasıl kitlelerle buluşturulmasını göstermesi açısından başlığa da adını veren Ahmet Şimşek‘in kitabını okumanın tam zamanıdır. Çünkü bu kitap tıpkı Gadamer’in sözünde olduğu gibi hem sosyal bilimler alanıyla tarih arasındaki ilişkinin farklı veçhelerini anlamamıza yarayacak ipuçlarını içeriyor hem de sadece sosyal bilimler alanıyla sınırlı kalmayarak diğer bütün bilimsel alanlara da uğramamıza yardımcı oluyor. Öncelikle çok rahatlıkla okunan ve elinize aldığınızda bırakamadığınız bir devamlılık içerisinde ince ince örülmüş bir metin var karşınızda. Dili son derece anlaşılır olmanın yanı sıra alt bölümlerin kendi içlerinde kullanılan başlıklar da son derece ilgi çekici, verilen örnekler ise alanla hiç ilginiz olmasa dahi rahatlıkla anlayabileceğiniz türden. Ahmet Şimşek hocamızın alanıyla kurduğu güçlü bağlantıyı metin içerisinde yer alan roman, film ve gündelik hayata ilişkin örneklerle daha iyi kavrıyorsunuz. Bu durum okuyucuların da işini bir hayli kolaylaştırıyor ve sonuçta ortaya son derece iyi anlatılan bir kitap çıkmış oluyor. Kitapla ilgili tek eleştirim ise yazarın bu kadar iyi roman ve film gözlemlerinin yanına bu ülkenin son on yılında adeta fırtına gibi esen tarihi dizilerle ilgili hiçbir satıra yer vermemiş olmasıdır. Tabii bu da bir tercih meselesi olmakla birlikte sosyal medya ve gündelik hayatla yakından ilgilenen bir akademisyen olarak sevgili hocamızdan bu noktalara da değinmesini beklerdim.
Kitabın giriş bölümünde Türkiye’de tarihin bir ‘olgu koleksiyonu’ olarak sunulmasının yarattığı etkilere vurgu yapılmaktadır. Yazar, giriş bölümünden itibaren Tarih ne işe yarar? Ya da tarih bir işe yarar mı? Sorusunun yanıtlarını her defasında yeni bir alt başlık açtığı metin üzerinden okuyucuları ile buluşturmaya başlıyor. Birinci bölüm Tarih Aslında Nedir? Başlığını taşıyor ve bu bölüm 2021 yılında vizyona giren The Dig filminde kullanılan ‘Geçmiş sürekli konuşur’ sözüyle başlıyor. “Tarihin ne olduğunu bir çırpıda söylemek kolay görünmüyor. Zaten literatüre bakıldığında da tarihin yüzlerce tanımının görülmesi bundan…Zira, ‘dünyada kaç tarihçi varsa o kadar da tarih tanımı vardır’ denir” (s.31). Bu bölüm boyunca yazar tarihe not düşüyorum, tarih bilim mi zanaat mı? Tarih’in alt dallara ayrılması, tarihten ders almak gibi alt başlıklarla nerede insan varsa orada tarih; nerede tarihten bahsediliyorsa orada insan vardır gibi ilgi çekici ve bir o kadar da öğretici örnekler yer alıyor. “Tarih kavramı, insanların kendilerinden öncesinde neler olup bittiğini öğrenmek ve edinilmiş tecrübelerden yararlanmak istemesi sebebiyle önemini koruyacaktır. Gerek araştırma alanı, gerek araştırma metodolojisi, gerekse araştıran tarihçi açısından çok boyutlu bir kavram olmaya devam edecektir” (s.38).
Tarih diğer sosyal bilimler alanında yer alan bilim dallarında olduğu gibi benzer bir sorunla daima boğuşmak durumunda kalan bir bilim dalıdır. Fen bilimlerinde araştırma yapan kişilerin yapmış oldukları araştırma ile ilgili etkileri gündeme gelmezken sosyal bilimlerde söz konusu kişilerin alanlarıyla olan bağlantıları daima sorgulanmaktadır. Yazar bu noktada beş farklı tarihçinin aynı konuyu nasıl ele aldığına ilişkin örneği okuyucularına aktarma yoluna gitmektedir. “Tarihi yazmak, geçmişi doğrudan kayda geçirmek gibi kolay bir süreç değildir. Örneğin İstanbul’un fethiyle ilgili 5 ayrı kaynaktan yararlanan, 5 farklı tarihçi, 5 farklı tarih eseri ortaya çıkaracaktır. Hatta denilebilir ki, bu bir ihtimalden öte neredeyse kesin bir sonuçtur. Peki ortak bir tarih metodolojisi var ise bir konuya ilişkin 5 farklı tarihçi hem de aynı kaynakları kullanarak nasıl 5 farklı tarih yazabilir? Şüphesiz ki İstanbul’un fethiyle ilgili 5 ayrı kaynağı kullanarak 5 farklı tarih yazan 5 tarihçi, her ne kadar nesnel olmaya çalışsalar da farkında olarak ya da olmadan çeşitli öznelliklere/göreceliklere düşebilirler. İstanbul’un fethiyle ilgili 5 farklı kaynağı inceleyerek kendi çalışmalarını tamamlayan tarihçiler, bunu işlerken/yazarken, olaya farklı bakış açıları, sahip oldukları düşünce ve değer yargıları çerçevesinde farklı sözcükler, farklı cümlelerle yapacaklardır. Bu bağlamda tarih, Collingwood’un dediği gibi ‘tarihçinin yazdıklarından başka bir şey değildir’ demek yanlış sayılmaz” (s.41-42). Bu alt bölümde Türk tarihi de ne demek? Başlığı da yer almakta ve burada 1930’lardaki Türk Tarih Tezine ilişkin olarak hem bu tezin ortaya çıkış nedenleri hem de bu tezin nasıl anlaşılmasına ilişkin açıklamalara yer verilmekte.
Kitabın bana göre en etkileyici yeri Nesnel Tarih de ne demek? Başlığını taşıyor. Bu alt bölüm John Tosh‘un Tarih siyasal bir savaş meydanıdır sözüyle başlıyor. “Alman tarihçi Mortman, kısıtlı imkanlara karşın tarihsel olayları anlamaya çalışırken her bir olaya ilişkin üç derecede bir yaklaşımın gereğini açıklamıştır. Bunlar mümkün olaylar, muhtemel olaylar ve muhakkak olaylardır” (s.52). Yazar her üç tanıma ilişkin de örneklerle okuyucuyu bilgilendirmek suretiyle tarihte öğrenmiş olduğumuz olaylara ilişkin olarak da farklı bir düşünsel birikim içerisine girmemize yardımcı oluyor. Bu bölümde sosyal bilimlerdeki insan faktörü devreye girmekte ve tarihin onu kaleme alan tarihçilerle olan bağlantısına ilişkin Her tarihçi gibi her tarih kitabı da biraz taraf tutar alt başlığı kullanılmaktadır. “Zira onu araştıran ve kaleme alan tarihçinin de bir perspektifi vardır. İnsan olmaktan kaynaklanan bu problem, bütünüyle ortadan kaldırılacak gibi görünmemektedir. Tarihçiler bu kaçınılmaz yanlılığı meşhur özdeşiyle şöyle ifade ederler: ‘İnsan, yaşanan tarih ölçüsünde değil, insan ölçüsünde tarih yazabilir’. Ama bu sorun, tarihsel bilginin tamamen yanlı, gerçekten uzak ve işe yaramaz olduğu anlamına da gelmese de Richard Evans’ın belirttiği gibi ‘Bugün artık, kesin tarih olamaz'” (s.54-55).
Önyargılar ve ideolojiler konusunda da yine bu bölümde önemli noktalar okuyucularla buluşturuluyor. “Nesnelliğe asıl engel, kendini hangi şekilde gösterirse göstersin, tarihçinin ya da okuyucunun önyargısıyla başlamaktadır. Bu durum, tarihçinin çeşitli özelliklerinden kaynaklanabilir. Bu yüzden tarihçinin kendi yaşadığı dönemi yazması hiç kolay değildir. Bir tür tarafsızlığı sağlayarak yakın dönemi yazmak, eski bir dönemi yazmadan daha zor olabilir, fakat imkânsız değildir. Çalışması sırasında tarihçinin belli ölçüler dahilinde yapacağı bazı tespitler nesnel bir şekilde gerçekleşebilir. Örneğin İstanbul’un 29 Mayıs 1453’te Sultan II. Mehmet komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından ele geçirildiği bilgisi, herkesçe kabul edilebilecek, tarihsel bir olgu hakkında nesnel tespittir. Ancak II. Mehmet’in İstanbul’a hâkim oluşu Türk tarihçilere göre fetihtir. Batılı tarihçiler açısından ise istiladır” (s.56-57). Bu satırlar aslında tarihin nereden yazıldığına ve olan bitene ne anlamlar yüklendiğine ilişkin düşünceleri de beraberinde düşünmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır. Bize göre olan ile diğerlerine göre olan aynı şekilde anlaşılamayabilmektedir. Bu bölümde tarihin ideolojiyi aşıp aşamayacağına ilişkin olarak Ulu Hakan, Kızıl Sultan nitelemesi de yine dikkat çekici bir noktaya işaret etmektedir. Aslında tarihin yazıldığı yer beraberinde tarihe ilişkin ipuçlarını ve bakış açılarını da barındırmaktadır. Bu hem ülke olarak Türkiye’nin tarihi için geçerlidir hem de dünyadaki pek çok ülke tarihinde yaşananlar açısından söylenebilecek noktalara karşılık gelmektedir. Yine bu bölümde tarihte kadınların yeri olup olmadığına ilişkin de bir alt bölümün yer alıyor olması son derece dikkat çekici ve bir o kadar da öğretici.
Tarih ne zamandır? Başlıklı bölümde ise geçmişle tarih arasındaki ilişki üzerinde durulmaktadır. “Tarih, geçmişten bugüne yaşanmış olay kişi, kurum, kültür, düşüncenin izini sürerek, bir anlamda meydana gelen değişimleri ve bugüne kadar gelen sürekliliği inceler. Bu bağlamda tarihin, yaşam içinde meydana gelen değişim ve sürekliliğin hikayesini sunan misyonuna sahip olduğunu düşünebiliriz. Bu yüzden tarihçiler çoğu zaman, geçmişle meşgul olan ve geçmiş zamanda yaşayan insanlar gibi görülür. Oysa tarihçiler, geçmişle ilgilenseler de aslında geçmişte değil, bugünde yaşarlar. Bugünün insanıdırlar. Bundan dolayı bugünün dünyasının gereklerinden fazlasıyla etkilenirler. Geçmişe ilişkin neyi nasıl inceleyeceklerini de bugünün dünyasının zorunluluk ve tecrübeleriyle belirlerler. Yani yapılan işin ameliyesi aslında bugüne (şimdiki zamana) aittir” (s.64). Bu noktada özellikle okullarda hepimize öğretilen şerit biçimindeki tarih algısının ne kadar yanıltıcı sonuçları olabileceği de yine bu bölümde tartışılmaktadır. Bu alt bölümün belki de en heyecan verici satırları zamanın her yerde farklı aktığına ilişkin ifadelerde yüklü. “Tarihyazımı sürecinde tarihçinin düştüğü hatalardan bir diğeri ise tarihsel zamanın farklı bölgelerde farklı dönemlerde hızının ve anlamının değişmediğini düşünmesidir. Oysa bu büyük bir yanılgı içerir. Zaman bugün bile dünyanın hr yerinde aynı hızda akmaz” (s.74). Bu cümlelerin içinde bulunduğumuz eşitsiz dünyanın anlamlandırılması hususunda tarihin ve onu bize aktaran tarihçiler açısından son derece önemli bir yanı bulunuyor. Çünkü bu cümleler yaşadıklarımızın ülke içinde olduğu gibi ülkeler arasında da birbirinden farklı şekilde tezahür etmekte olduğunu ve bunun sonucunda ise yaşananların farklı toplumsal sınıflardaki insanların hayatlarında bambaşka etkilerde bulunmakta olduğunu ortaya koymaktadır. Bu satırlar bir iki bölüm sonraki alt bölüm olan Tarih Kimindir? Başlığını da daha iyi anlamlandırmamıza yol açmaktadır. Benden Tarihçi Olur mu? Alt bölümünde ise farklı sınıfsal pozisyonların ve kültürlenmelerin var olan olayla ilgili ne gibi etkiler yaratabileceğine ilişkin çok zihin açıcı bir örneği bizlere sunmakta. “Fransız İhtilalinin en belirleyici nedeni Fransız tarihçi Jules Michelet’e göre korkunç boyutlardaki yoksulluk iken diğer Fransız tarihçi Jean Jaures’e göre kentsoylu sınıfın zenginliğidir” (s.88).
Yine bu bölümde Tarihçi Nasıl Olmalı? Sorusu ülkemizin en önemli sosyal bilimcilerinden birisi olan İlhan Tekeli hocamızın tespitleri ile ortaya konuluyor. “Birincisi tarihçinin cesur olması gerekiyor, çünkü bilimin kuşkuculuk ilkesini tarihe taşıyan tarih yazıcısı, ulusçu bir toplumda dışlanmak riskini alıyor demektir.
İkincisi, tarihçi inceleme yaptığı toplumun zihniyetini kavrayacaktır. Böylelikle kendi toplumunda ya da başka toplumlarda üstünlük iddialarının bilimsel olmayan dayanak noktalarını, bu iddiaların sonucunda ortaya çıkan çatışmaların kaynağı olan olguları tarihçi bulmakta zorlanmayacaktır.
Üçüncüsü, tarihçinin kendisini başkasının yerine koyarak (empati) anlama yolunu seçmesi gerekecektir. Karşısındakinin davranışlarını empati yaparak anlamaya çalışan kişinin belli olgular karşısındaki yargıları değişecektir. ‘Öteki’ yaratan resmi tarihlerin dışında davranacaktır.
Dördüncüsü, tarihçi eleştirel bir tarz belirleyince, aralarında ‘biz’ ve ‘öteki’ konumu yaratılmış toplulukların ilişkilerinin tarihini daha doğru yazabilecektir. Çatışmacı ‘biz’ tanımından, çoğulcu perspektifi içeren barışçı bir yaklaşıma geçilebilecektir.
Beşincisi, yine eleştirel bir yaklaşımla öteki yaratılırken üstü örtülenleri gün ışığına çıkarabilecektir” (s.91-92).
Tarih bilmek para kazandırır mı? Alt başlığında yazar derslerinde öğrencilerine sorduğu ‘Tarih, birey olarak bize ne sunabilir?’ sorusuna verilen yanıtlar üzerinden tarihe nasıl yaklaşmakta olduğumuzu tartışıyor. “Tarihin, toplumsal yararı yanında mutlaka bireysel bir katkısı da olmalıydı. Peki, neden tatmin edici bir cevap gelmiyordu? İkinci tahminimse, tarihçilik eğitimi amaçlarına rağmen çoğu öğrencim, tarihin hayatlarına bireysel anlamda katkı sağlayan bir olgu olduğunu hiç düşünmemişler miydi? Sanırım buydu, asıl sebebi. Peki bu nasıl olabilirdi? Bunun cevabı Türkiye’de ilkokul, orta okul ve lisede verilen tarih eğitiminin tamamıyla devlet/millet merkezli olmasıydı. Öğretilen tarihte birey yoktu, sadece kahramanlar vardı. Bu yüzden Türkiye’de tarih, bireyle ilgisi olmayan bir alan olarak görülmüştür” (s.115-116). Aslında bu satırlar üzerinden bu ülkede neden birey kavramının olmadığı ve bununla bağlantılı olarak ekonomik sınıf tartışmalarına kadar pek çok konuda söz söyleyebiliriz. Bireyin olmadığı yerde bireyin yaşadıklarının bir anlamı ve ehemmiyeti de kalmıyor. Belki de bu yüzden bu topraklarda biyografiler yok denecek kadar sınırlı bir alanda hapis kalmaya devam ediyorlar.
Üzerinde yazılacak daha çok noktanın olduğu kitapta Tarih Nereye Gidiyor? Alt başlığında ortaya konulan hususlar ise içinden geçmekte olduğumuz bilgi bombardımanı çağında son derece önemli bir yere karşılık gelmekte. “Yaşadığımız yüzyılımızı yazacak tarihçilerin en önemli sorunu, kaynak azlığı değil, tersine malzeme bolluğu olacak. Özellikle dijital dünyanın hayatımıza tam anlamıyla girmesinden sonraki süreçte kaynaklar öylesine arttı ki hepsini incelemek mümkün değil. Web Siteleri, bloglar, YouTube, Facebook, Twitter, İnstagram vs. yanında Google’a bağlantı kurmuş milyarlarca linkin sunduğu malzeme, baş döndürücü bir durumda. Bu gelişmeler büyük veri (big data) olarak adlandırılıyor ve bunun içinde aradığını bulabilmek bambaşka yeterlilikler gerektiriyor” (s.138-139). Enver Paşanın fotoğrafının olduğu ve üzerinde ‘internette gördüğünüz her şeye inanmayın’ yazısının Mustafa Kemal imzalı olduğu kitabın 144.üncü sayfası sosyal medya alanındaki belirsizliğin, farkında olmayanları ne kadar tarifsiz bir yere doğru sürükleyebileceğini ortaya koyuyor. Bunu aşabilmenin yolu olarak ise tarihsel düşünme kavramı okuyuculara sunulmakta. “Tarihsel düşünme, tarih bilgisi olarak sunulan her türlü malzemenin kronolojik, kavramsal ve teknik özelliklerinin bir tahlili olarak tanımlanabilir” (s.145). Kitabın sonuç bölümündeki şu satırlar ise hem tarihçiyi anlamamız açısından hem de tarihe bu gözle yeniden bakabilmemiz açısından önem arz ediyor. “Tarihsel düşünce aracılığıyla geçmişle kurduğumuz ilişki dünün tarihi değil, çokça bugünün tarihi. Bunun nedeni, tarihçinin kendi insaniliğinden bütünüyle sıyrılamaması. Bunu başarmak pek mümkün de görünmüyor. Ancak bunlara rağmen, tarihçinin hakkaniyetli ve adaletli bir yol izlemesi, vicdanının sesini her zaman dinlemesi, taraftarlık ve tarihi çarpıtma ya da kötüye kullanmanın önüne geçebilir.” (s.152).
Farklı disiplinlerde çalışan akademisyenlerin kendi alanlarına kapanmanın ötesine geçmesi ve komşu alanlarda olup bitenlerle haşır neşir olmasının öğrenme sürecini etkilemesi kadar farklılaştırması da söz konusudur. Bu açıdan tarihin içinde yaşadığımız ülkede çok daha fazla sosyal bilimlerle hemhal olması icap etmektedir. Tarih, her türlü ideolojik etkilenmelerin ve angajmanların ötesinde son derece önemli bir kavşak noktasıdır ve bu noktanın her türlü öznellikten arındırılması hepimizin yararınadır. Atalarımızın yapıp ettiklerinin ötesine geçmenin yolu onların yaptıkları kadar yapamadıklarını da ortaya koyabilmek suretiyle başka bir dünyanın mümkün olabileceğini gösterebilmektir. Öteki ile olan mücadelemiz bizi küçültmez hatta tam aksine onunla olan etkileşimimiz sayesinde daha da büyüyebiliriz.
VEFAT
22 Aralık 2024ÖNE ÇIKAN HABERLER
22 Aralık 2024İZMİR
22 Aralık 2024GÜNDEM
22 Aralık 2024KAF SİN KAF
22 Aralık 2024KARŞIYAKA HABERLERİ
22 Aralık 2024KARŞIYAKA HABERLERİ
22 Aralık 2024