Yaşanan her olayın krize dönüştüğü bir ülkede yaşıyor olmanın zorluklarını her geçen gün biraz daha fazla hissediyoruz. Geçmişten farklı olarak bu kez kutuplaşmanın keskinliği yüzünden işin içerisinden çıkabilmemiz çok daha zor gerçekleşiyor. Ortak payda etrafında buluşabilmenin giderek olanaksız hale dönüştüğü bir toplumsal iklimde yaşamaya çalışıyoruz. Gücün her biçimde öne çıkartıldığı bu zihniyet dünyasında, şekilsel anlayışların altı çiziliyor buna karşın her yapılan yapanın yanına kâr olarak kalmaya devam ediyor. Böylesi bir anlayış ise ortak bir birliktelik algısını da paramparça etmeye başlıyor. “Aynı gemideyiz” sloganları sadece slogan olarak kalıyor ve yaşanan bütün olağanüstü felaketlerde bu durum bir kez daha yüzümüze çarpıyor. Deprem gibi bir doğal afette bile ayrışmayı başarabiliyoruz ve yaşanan doğal felaketlerin yansımalarını bile ideolojik bir hale dönüştürebiliyoruz. Böylesi bir yaklaşım sonrasında ise yapılan her uygulama karşısında içinde bulunulan ideolojik zırh üzerinden olup bitenleri değerlendirmeye girişiyoruz ve topyekûn bir olumlama veyahut olumsuzlama davranışı ile olup bitenleri ele alıyoruz.
Toptancı yaklaşımların kendi cemaatimizin saflarını güçlendirirken içinde bulunduğumuz toplumsal hayatı güçsüzleştirdiğini bir türlü idrak edemiyoruz. Yıllar içerisinde pek çok duygumuzu kaybettik ve her kaybettiğimiz duygu ile biraz daha fazla içe kapanır hale dönüşmeye başladık. Besim Dellaloğlu‘nun “Sosyolojik Basiret*” isimli çalışmasında-bu çalışmaya ilişkin bir tanıtım yazısını önümüzdeki günlerde sizlerle buluşturacağım-Ahlakın Sosyolojisi, Haysiyetin Sosyolojisi ve Şahsiyetin Sosyolojisi başlıklı üç yazıda içinde yaşadığımız toplumda bu konuda yaşanan dönüşümü ve bunun sonuçlarının neler olabileceğini net bir biçimde gözler önüne seriyor.
Ahlakın Sosyolojisi isimli yazısında ahlakın sorumluluk olduğunu belirterek giriş yapar ve ahlakçılığın çoğu zaman çoğunluğun azınlığa olan baskısı olduğu saptaması ile devam eder:
“…Mahalli, yerel, ideolojik ahlak olmaz. Ahlakı sadece kendi ideolojisinden olanlardan ibaret bir evren için geçerli sayan biri aslında çok özel bir biçimde ahlak-sızdır… Bir toplumda aşırı siyasallaşma, kutuplaşma var olan ahlakı da çürütür. Çünkü ahlaki ilkeyi uygulamaya layık bulduğunuz beşerî evren daraldıkça ahlaki evren de daralır. İyi olmaya sadece ailenize yakın arkadaşlarınıza, partidaşlarınıza layık görüyorsanız ahlaktan tamamen kopmuşsunuz demektir. Bir toplumda iyilik ve kötülük ideolojik olarak kataloglanıyorsa o toplumda ahlak yoktur” (s.161-162).
Haysiyetin Sosyolojisi isimli yazısında haysiyetin doğuştan elde edilemeyeceği gibi doğuştan kaybedilemeyeceğini de vurgulamaktadır:
“Haysiyet, tarihseldir, kültüreldir, sosyolojiktir, hatta sınıfsaldır, ilişkiseldir… Haysiyet ya da haysiyetsizlik kişinin kendisiyle ve tüm dünyayla ilişkisinden dolayımlanır… Bir dine, bir mezhebe ait olmanız sizi otomatikman haysiyetli yapmaz. Kendinize göre çok doğru bir ideolojiye inanıyor olmanız da. Sizi haysiyetli kılan eğitiminiz, diplomalarınız değildir. Cüzdan da bir insana genellikle haysiyet katmaz. Çok ünlü bir film yıldızı ya da futbolcu olmanız da sizi otomatikman haysiyetli kılmaz. Milyonlarca oy alan bir siyasetçi olmanız da. Haysiyet bütün bunlarla ne yaptığınız, yaptıklarınızı nasıl yaptığınızla ilgilidir. Yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da elbette… Hukukun gücünün etkin olduğu toplumlar daha haysiyetli toplumlardır. Gücün hukukunun egemen olduğu toplumlar ise göreli olarak daha haysiyetsizdirler. Otoriter, totaliter rejimler ise toplumda haysiyet bırakmaz. Lider tüm haysiyetleri ezer, geçer. Çevresindekilerin haysiyetlerini emer ve onları haysiyetsizleştirir. Güç temerküzüne çok yakın olmak haysiyetini korumanın en iyi yöntemi değildir. Mesafe iyidir. Hatta mesafe haysiyettir” (s.164-166).
Şahsiyetin Sosyolojisi başlıklı yazı ise şahsiyetin ilişkisel olduğu yani her birimizin şahsiyetinin tüm ötekilerle birlikte var olduğu noktasıyla başlar:
“Şahsiyet, biraz da kimliğe rağmen gelişir. Çok güçlü kimlikler insanı şahsiyetsizleştirir. Cemaat daha çok kimlik, cemiyet ise daha çok şahsiyettir… Cemiyet şahsiyetli bir cemaattir. Cemaat ise yeterince şahsiyet üretemeyen bir cemiyettir… Kitle toplumu denen şey bir anlamda cemiyetin cemaatleşmesidir. Kitle toplumu örgütlü şahsiyetsizliktir, çünkü özne kitle içinde kaybolur. Kitle, toplumun insanın kurdu olduğu bir insanlık halidir” (s.168-169).
Aslında bu bölüm çok daha fazla üzerinde durulmayı ve yorumlanmayı hak ediyor:
“Cumhuriyet aynı zamanda liyakattir. Liyakatin güçlü olduğu yerde kimlikler baskın olmazlar. Liyakat şahsiyet üretir. Oturduğu koltuğa liyakatle gelen birinin, onu atayana karşı gerektiğinde dik durabilme imkânı şahsiyettir. Mutlak sadakat, her emri yerine getirmek ise şahsiyetsizliktir… Risk, kriz, zorluk hem şahsiyet üretir hem de şahsiyetsizlik. Zor zamanlarda bükülmeyenler şahsiyetlidir. Zor zamanlarda yamulanlar ise şahsiyetsiz… Hem ahlak hem haysiyet ve hem de şahsiyet onlara kıymet veren toplumlarda daha fazla gelişirler. Dolayısıyla bireysel özellikleriyle rejimler arasında sıkı bir ilişki vardır. İnsan kalitesiyle, rejim kalitesi birbirinden asla bağımsız değildir. Ve bu ilişki iki yönlüdür de. Kaliteli rejimler kaliteli insanlar üretir. Kaliteli insanlar kaliteli rejimler inşa eder” (s.170).
Bu alıntılar ışığında son bir ay içerisinde yaşadıklarımızı bir kez daha gözlerinizin önüne getirin. Müfredat tartışmaları başta olmak üzere hayvanlara ötanazi uygulanması tartışmasını, ifade özgürlüğünün sınırlarının nereye kadar uzanıp uzanamayacağı meselesini ve mezuniyet törenine alınma/alınmama üzerinden bir kez daha hayatlarımıza dahil edilen kıyafet üzerinden cumhuriyet ve laiklik tartışmalarına odaklanın.
Demokratik rejim ve uygulamalar adı altında hayata soktuklarımızın yanı sıra bir arada yaşama irademizi ve bütün bunları birlikte yürütebilme hallerimizi yeniden gözden geçirmek durumundayız. Aksi halde her attığımız adımla birlikte biraz daha fazla kamplaşacağımızı ve birbirimizi daha fazla ötekileştireceğimizi görmek durumundayız. Bu ise şu an iktidarda olanların işine geliyor gibi gözükebilir ancak onların yönetebilmeleri için de yeterli olmayacaktır. Bu yüzden yaşadığımız bütün sorunları kangren haline dönüşmeden konuşmayı ve ortak müştereklerde buluşmayı öğrenmek zorundayız. Sözün gücünü uzun bir zamandır boşladığımızın ve birbirimize olan saygıyı ve sevgiyi yok saydığımızın farkındayım. Ortak bir geçmişe sahip olmamız kadar birlikte bir gelecek tahayyülü kurabiliyor olmamız da çok ama çok önemli bir meseledir. Yaşadıklarımızın birbirimizi örselemesine ve gücün her türlü sesi bastırmasına müsaade etmemek durumundayız. Bu ise sağduyulu seslerin daha çok yükselmesi ve ortak aklı işletebilecek uygulamaların dolaşıma sokulması ile mümkün hale dönüşebilir. Yıllar içerisinde ben yaptım oldu mantığı ile alınan kararların yarattığı tahribatları fazlasıyla yaşadık/yaşamaya devam ediyoruz. Bu yüzden de sadece yapılmış olması için yapılan uygulamalardan vazgeçilmeli ve bu konuda ilk adımı gücü elinde bulunduran iktidar atmalıdır. Kamuoyunun hassasiyetlerini göz önünde bulundurduğunu göstermeli ve başta müfredat tartışması olmak üzere toplumun farklı kesimlerini ilgilendiren hayvanlara yönelik düzenlemeler olmak üzere pek çok konuda sağduyuyu ön plana almak suretiyle kutuplaşmanın önünü kesmelidir.
VEFAT
21 Aralık 2024ÖNE ÇIKAN HABERLER
21 Aralık 2024İZMİR
21 Aralık 2024GÜNDEM
21 Aralık 2024KAF SİN KAF
21 Aralık 2024KARŞIYAKA HABERLERİ
21 Aralık 2024KARŞIYAKA HABERLERİ
21 Aralık 2024