Sizlere bu yazımda İrfan Özet‘in İzmir Duvarı1 isimli çalışmasına dair düşüncelerimi aktaracağım. İzmir kentinin Osmanlı İmparatorluğu’nun on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren en fazla konuşulan yerlerinden bir tanesi olduğunu söyleyerek başlayalım. Kent bu süreç içerisinde kapitalizmle eklemlenmesi ile bambaşka bir aşamaya geçmiş olup bu yeni durum sonrasında kentin içinde hem nüfussal anlamda hem de mekânsal anlamda önemli değişiklikler yaşanmıştır. İzmir, bir Doğu kenti olarak gelişmeye ve modern hayat dinamiklerinin getirilerini bünyesinde barındırmaya başlaması ile farklı bir pozisyona doğru yol almaya başlar. Burada ilgi çekici olan husus kentin ikili bir yapı üzerinde gelişmesi ve bu gelişmenin sonuçlarının bugün hâlâ hissettiğimiz kültürel köklerin oluşmasına katkı vermiş olmasıdır. Söz konusu ikili yapının ortaya çıkmasında yeni hayata sokulan limanın ve onunla adeta eşgüdüm içerisinde ilerleyen demiryollarının büyük bir etkisi olacaktır. Bir taraftan nüfus, yaşanan ekonomik zenginleşme ile hızla artacak öte taraftan ise bu artan zenginliğin kent içerisindeki gündelik hayatın yaşanma dinamiklerine olan etkisi sanatta, sporda, mekânsal yayılma noktalarında bariz bir biçimde hissedilmeye başlanacaktır. Özellikle mekânsal farklılaşmanın yaşanmasında ulaşım teknolojilerinde yaşanan dönüşüm süreci etkili olacaktır.
Kentin içerisinde başta Buca ve Bornova olmak üzere Avrupai bir hayat tarzının işletildiği zamanlar yaşanacak ve bu durum kentin kimliğinin şekillenmesinde etkili olacaktır. Öte yandan bu ikili yapıyla beraber kentin içerisindeki yerli unsurların (Ermeni, Rum, Yahudi) bir kısmının da var olan zenginlikten pay almasıyla birlikte kentin içerisinde büyüyen bankacılık, sigortacılık vb. sektörlerle, kentin alışıldık yerleşim yerlerinin dışında sahil şeridinde köşkler, konaklar yapılmaya başlanmıştır. Kent zenginleşirken bu zenginliğin gündelik hayat pratikleri başta olmak üzere tüm kente yönelik etkileri olmaya başlamıştır. Kurtuluş coşkusunun yaşandığı günlerde çıkan yangın sonrasında kent içinde oluşan bu zenginliğin önemli bir kısmı kül olur ve kent, cumhuriyetin ikinci büyük kenti olarak 1950’li yıllara kadar önemi nispeten azalsa da etkisini sürdürür.
Alp Yücel Kaya da yaşanan gelişmelerin ardından Cumhuriyet rejiminin öncelikleri ile İzmir kenti arasındaki farklılıklara vurguda bulunur. Ona göre merkezi iktidarla şehir arasında ortaya çıkan gerilim, cumhuriyetin devletçi iktisat politikalarına Smyrnalıların muhalefet söyleminde kendini göstermektedir.
“Dış dünyaya bu kapanma ve hem kültürel hem iktisadi bakımdan tecrit koşullarında İzmir liman şehir niteliğini yitirmeye başlar. Bununla birlikte, merkezi iktidar karşısında yüzyıllar boyunca oluşturduğu özerkliğini ve ulus-devlet içindeki ayrı konumunu korumak ister. ‘Gavur İzmir’ olarak adlandırılmaya devam etse de deyim artık 19. yüzyıldaki anlamını taşımaktadır: İzmir artık zındıktır çünkü merkezi iktidara inanmamaktadır. 1930’lu yıllar onun zındıklığını güçlendirir. İktisadi bilgi ve becerinin şehirden kaçışı, liman şehri niteliğini yitirmesi, dünya ekonomisinin yeni koşulları karşısında dönüşme imkansızlığı, merkezi iktidara politik muhalefet; bütün bunlar hareketsizliğin kaynağıdır. Ulusal ve uluslararası ekonomide daha fazla yer alma (özlemine değilse de) arzusuna rağmen, İzmir yine de 20. yüzyıl boyunca ‘statik dinamikte bir küçük üretim şehri ve sayfiye yeri olur”.2
İzmir kenti, cumhuriyetin ilanı sonrasında geçen on yıl içerisinde önce iktisat kongresiyle ardından Mustafa Kemal’e düzenlenen suikast girişimi ve yargılamalarla gündeme gelmiş olup, son olarak ise çok partili sistem denemesinin ürünü şeklinde siyasal hayatımıza sokulan Serbest Fırkanın en ilgi çekici mitingine sahne olan yer olarak tarihteki yerini almıştır. Kent, 1950 yılında seçimini yüzde 56,7’lik oy oranı ile Demokrat Parti’den yana kullanır buna karşın CHP’nin oy oranı ise yüzde 41,4’tür. İlgi çekici olan oranlar ise Demokrat Parti iktidarının 27 Mayıs darbesi ile iktidardan uzaklaştırılması sonrasında gerçekleştirilen referanduma, “ülke genelinde yüzde 61 ‘Evet’ oyu verilirken, ‘Hayır’ oyu veren illerin sayısı 11’di ve bunların başında İzmir geliyordu“. (s.64) 1961 yılında yapılan seçimlerde CHP yüzde 39,6 oy oranında kalırken, yeni kurulan Adalet Partisi yüzde 55,1’lik bir rakama İzmir kentinde rahatça ulaşıyordu. İzmir’in siyasal anlamdaki gidip gelmeleri yıllar içerisinde hep sürmüş olup son yirmi yıl içerisinde yaşanan gelişmeler doğrultusunda İzmir kentini bir görüşün kalesi olarak nitelemenin çok da yerinde olmadığı, kitap içerisinde de sık sık vurgulanmıştır.
Kitabın önsözünde Reyhan Ünal Çınar ve Tanıl Bora‘nın birlikte yazdıkları Kultukampf Kültür Savaşı ve AKP İktidarı başlıklı yazı Bismarck Almanya’sında doğan kavramın tarihi ile başlayıp 2002 sonrasında yaşanan gelişmelerle birlikte yeniden gündeme gelen kültür savaşı meselesini çeşitli örnekler üzerinden aktarma yoluna gidiyor. Yirmi beş sayfalık bu giriş yazısı bir anlamda Türkiye’nin ikili yapısına olduğu kadar son yirmi yılında olup bitenlere odaklanıyor. Böylesine uzun bir girişe ve ayrıntılı örneklere mutlaka ihtiyaç var mıydı sorusunu ise sormadan geçemeyeceğim.
İzmir Duvarı başlığı ile ilgili olarak yazar (s. 42’de) şu nitelemeyi yapıyor:
“1960’lardan itibaren Almanya’da iki farklı toplumsal dünyayı fiziksel olarak ayıran ‘Berlin Duvarı’, bu kez sembolik bir hat üzerinden 21. yüzyıl Türkiye’sinde karşımıza çıkıyordu: ‘İzmir Duvarı’…Buradaki sembolik sınır ise AKP’nin kesintisiz iktidarına eşlik eden yeni hegemonyanın dışında kalan coğrafi ve toplumsal kuşağı resmeder. Bir başka ifadeyle muhafazakâr siyasetin erişemediği kentsel-seküler kuşakları resmediyordu.”
Yazar İzmir üzerinden kültür savaşını okuma yoluna gitmekte ve bu doğrultuda İzmir’in farklı kesimlerine mensup kişiler ile yaptığı derinlemesine görüşmelerden elde ettiği bulguları okuyucular ile buluşturmaktadır. Yukarıda rakamların göstermiş olduğu Merkez sağ partilere yönelik teveccüh-ki burada 1980 sonrası ANAP ve daha sonra Doğru Yol partisinin özellikle büyükşehir belediye seçimlerinde aldığı başkanlıklara kitapta yer veriliyor-dikkat çekmekle birlikte özellikle Cumhuriyet mitingleri sonrasında gelişen süre içerisinde CHP’nin oy oranları artarken AKP’nin oylarında bir artış meydana gelmemiştir. Bu durumun arkasında İzmir kentinin AKP’yi merkez sağ bir parti olarak nitelendirmemiş olmasının yanı sıra dönem içerisinde yaşanan gelişmeler karşısında hassasiyetin de bir yansıması söz konusu olabilir.
“…Merkez sağın esnek tarz-ı siyaseti, modernist İzmirli toplumun laikliğe ve Cumhuriyet’e sadakatleriyle ortak bir alan bulabiliyordu. Bu müşterek dil ise, kent ve merkez sağ hareketler arasındaki uzun soluklu bir bütünleşmede anahtar niteliğindeydi.” (s.43)
Kentin farklı isimleriyle yapılan mülakatlarda öncelikle kentin tarihsel geçmişi ve Atatürk ile Cumhuriyet ile kurduğu bağa ilişkin örnekler yer alıyor:
“Söz gelimi şehrin bilinçaltı tortularında açığa çıkan kozmopolitan geçmiş, devletçi milliyetçilik, Atatürk’e ve Cumhuriyet paradigmasına bağlılık…Geçmişten günümüze tüm bu referansları kentsel bir mutabakat olarak kolayca bulabiliriz. İzmir’deki toplumsal refleksleri odağına alan herhangi bir analizin bu motivasyonları dikkate alarak ilerlemesi kaçınılmazdır.” (57)
Mustafa Kemal Atatürk, İzmirliler açısından adeta bir kırmızı çizgi görünümündedir ve bu durumun cumhuriyet ile laiklik söz konusu olduğunda İzmir’deki karşılığı diğer kentlere göre çok daha farklı bir görünüm arz etmektedir. Görüşülen İYİ Parti İzmir İl Başkanı Hüsmen Kırkpınar bu durumu şu şekilde tasvir ediyor:
“…Atatürk sevgisi, vakti zamanındaki merkez sağ partilerin hepsinde vardı. Ne Özal ne de Demirel’in Cumhuriyetin temel değerleri ya da Atatürk’le ilgili problemleri yoktu.” (s.61)
Atatürk’e atfedilen bu özel yere karşın İzmir aynı zamanda milli görüşçülerin Akevler örneğini bünyesinde barındıran ve 15 Temmuz sonrası terör örgütü başı olarak vurgulanan Fethullah Gülen’in de uzun yıllar boyunca yaşadığı ve örgütlenmesini yaptığı yerdir. Süleyman Karagülle‘nin tasarladığı evlerin modeli ile Gülen’in izlediği yapılanmanın farklı oluşunu Kazım Erten şu şekilde özetlemiştir:
“…Gülen’in iddiası şuydu: Akevler modeli, Müslümanları deşifre ediyor. Müslümanları bir site ortamında ve toplumsal manada bir araya getirerek hedef yapıyor. Yani o, başından beri kripto modeli istiyordu. Hücreler halinde şehrin her tarafına dağılalım diyordu.” (s.69)
1980 sonrası yaşanan gelişmeler ile ilgili olarak çalışmada büyükşehir belediye başkanlığı görevini üstlenen Burhan Özfatura ve Yüksel Çakmur‘un yanı sıra Karşıyaka belediye başkanlığı yapmış olan Cihan Türsen‘le de yapılan görüşmelere yer veriliyor. Yazar bu bölüm içerisinde doğrudan icranın başında olanlar kadar farklı partilerde il başkanlıkları yapan kişilerin yanı sıra sivil toplumda etkin olan kişilerle de görüşmek suretiyle İzmir kentinin nasıl bir siyasal geçmişi yaşadığına ışık tutuyor. 28 Şubat sonrası yaşanan gelişmelerin ardından kurulan AKP’nin İzmir’deki kuruluş aşamasındaki tereddütleri Eflatun Saygılı şu şekilde ifade ediyor:
“İsmail Katmerci’nin başkanlığında parti teşkilatını kurduğumuz yıl, 50 kişilik yönetim kurulunu oluşturamadık. Resmen müracaat eden kişi sayısı 22 oldu. Ulaştığımız her muhafazakâr, yani bizim mahallenin adamı kabul ettiğimiz insanlar, korkusundan yönetim kurulu üyeliğine gelmediler.” (s.99)
Çalışmanın ikinci bölümü Politik Sahne: AKP dönemi Kültür Savaşı ve İzmir başlığını taşıyor. Bu bölüm Soner Çağaptay’dan yapılan bir alıntı ile İzmir’in ülke içerisinde nasıl bir yere oturtulduğunun gösterilmesi açısından dikkat çekiyor:
“…Türkiye’nin üçüncü büyük şehri ve laik muhalefetin merkezi İzmir’i gezmek, AKP’nin siyasi şemsiyesinin dışında kalan ‘öteki Türkiye’yi’ gözlemlemek için büyük bir fırsattır…İzmir, sembolik düzeyde ‘öteki Türkiye’nin başkentidir. Kent bu anlamda, son dönem Türkiye’sinde muhalif kamuoyunun nabzının attığı merkezlerin başında gelir.” (s.103-104)
Yazar, buradan itibaren İzmir Duvarı nitelemesi üzerinden sembolik sınırdan söz etmekte ve AKP’nin kesintisiz iktidarına eşlik eden yeni hegemonyanın dışında kalan coğrafi ve toplumsal yapıyı kuşattığını belirtmektedir. Bir başka ifadeyle özellikle 2007 yılında başlayan Cumhurbaşkanlığı seçme krizi sonrasında meydana gelen cumhuriyet mitingleri ve ardından yaşanan gelişmelerle birlikte İzmir kentinin sembolik anlamdaki yeri ve önemi de artmaya başlamıştır. Fakat ortaya çıkan bütün bu gelişmelere karşın İzmir’in sanki hiçbir biçimde geçişkenliğin olmadığı bir yer olarak nitelenmesinin çok da yerinde olmadığı kanaatindeyim. Çünkü İzmir, yazarın da kitabın farklı yerlerinde belirtmekte olduğu gibi geçmişten getirdiği çok kültürlü yapının yansımalarını bünyesinde barındırmayı başarabilen ender kentlerimizden bir tanesidir.
Yerel iktidar düzeyinde İzmir kentinin elde edilebilmesi amacıyla AKP iktidarının ülke genelinde yaptığı tercihlerden çok daha farklı bir strateji izlediğini ve bu amaçla Taha Aksoy, Binali Yıldırım ve Nihat Zeybekçi gibi isimleri büyükşehir belediye başkanlığı için aday olarak gösterdiğini biliyoruz. Bunun yanı sıra söz konusu adayların vaatlerinin de yine bu kentteki öncelikler ile kentin beklentilerine doğru yönlendirdikleri görülmektedir. Ancak tüm bu isimlere ve o isimlerin İzmir’e dönük önerilerine karşın kent, kendilerine teveccüh göstermemiş ve seçilmelerine cevaz vermemiştir. Yazarın da kitabın içerisinde alıntı yaptığı İzmir Güzellemeleri sıkıyor isimli yazımın sonunda şu cümleleri kullanmıştım:
Öyle söylendiği gibi İzmir kenti ne solun/sosyal demokrasinin kalesidir ne de tek başına Türkiye’nin aydınlık yüzüdür. İzmir’in zaman içerisinde kendisine hasredilen birtakım özelliklerle donatılmış olması üzerinden giderek bir İzmir güzellemesi ve İzmir farklılığı yaratmak başta İzmir kentine haksızlık etmektir. İzmir, bu ülkenin batıya açılan ve geçmişten getirdiği özellikleri ile kendine has bir kentidir. Bu durumu başta gavurluk olmak üzere bambaşka temeller ile irdelemeye çalışmak ve bunun üzerinden başka bir hikâye anlatmak da bu kente ve bu kentliye haksızlık etmektir. Son bir söz de kendisini bulunmaz gören yerel yönetimlere, alternatifsizlik yüzünden iktidar olduğunuzu ve size verilen oyların aslında bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün partisine verildiği gerçeğini lütfen unutmayın. Size hatırlatmak isterim’3.
Kitabın farklı yerlerinde Mustafa Kemal Atatürk vurgusunu ve bunun yansımalarını görebilirsiniz. Fakat kitabın da bana çağrıştırdı en önemli husus Türkiye’de laik mahalledekilerden çok muhafazakâr mahalledekilerin yaşananlar konusunda daha fazla düşünmeleri ve konuşmaları gerektiğidir. Doğma büyüme İzmir Karşıyakalıyım ve yıllar içerisinde yaşanan gelişmeleri bir sosyal bilimci olarak bizzat içinde bulunduğum kentin farklı mekanlarında takip etmeye çalışıyorum. Çocukluğumda ve gençliğimin ilk yıllarında Karşıyaka’daki içkili yerlerin Ramazan ayı geldiğinde tadilata girdiklerini ve bir ay boyunca kapalı olduğunu hatırlıyorum. Kitabın içerisinde farklı düşüncelere mensup olanların içki içme ve hayat tarzı ile ilgili düşünceleri İzmir’e özgü din ve yaşam tarzı anlayışını Ahmet Diker şu şekilde dile getiriyor:
“Bakın benim annem de başörtülü. Bizim başörtü ile ilgili bir sorunumuz yok ki. Ben Karşıyaka gibi bir yerde otuz gün orucunu tutan, Cuma namazına giden, kandillerde kesinlikle ağzına bir şey koymayan bir insanım. Ancak bu dayatılanlardan sonra bizi abandone ettiler. Yani biz kendimizi sorgulamaya başladık. Yüce Rabbim, onun da Rabbi benim de Rabbim. Peygamberimiz onun da Peygamberi benim de peygamberim. Şimdi siz bunları kendinize mal edip, bizi aşağılayacak pozisyona getirirseniz…Ve bizi kendi içimize kapattınız siz. Yani sadece beni değil, bu düşünceye sahip bütün ülke vatandaşlarını…” (s.170).
Özellikle son on yıl içerisinde az önce dile getirmiş olduğum durum tam tersine döndü ve iktidarda olanların başta ‘gavur’ nitelemesi olmak üzere dile getirdiği çeşitli yaftalamalar, kentin içerisindekilerin bir kısmı tarafından adeta onur madalyası gibi algılanmaya başlandı. Ardından ise karşı tepki ve yaklaşımları hep birlikte görmeye başladık.
Çalışmanın içerisinde İzmir kentinin farklı konumlarında bulunan aktörlerle gerçekleştirilen ve son derece önem arz eden bulgular söz konusu. Örneğin çalışmanın üçüncü bölümünde Balkan göçmenleri, metropol Kürtleri, Metropol Alevileri, Metropol Romanları, Nostaljik halka Yahudiler, Metropoldeki semazen: Konyalılar, Metropolün Dadaşları: Erzurumlular ile Egeli halka Manisalılar ve Metropolün Karadenizli halkası başlıklarında çok sayıda ismin görüşlerine yer veriliyor. İzmir özgürlükçü bir kenttir ve bu duruma ilişkin olarak Pia Petersen’in ‘özgürlük ve marjlar arası ilişki’ye benzer bir repertuvarla, İzmir habitusunu tarif ettiği vurgulanıyor.
“Petersen’e göre marjlar, toplumsal hayatı çoğunlukta bulunanlardan farklı bir biçimde algılayanların mekanıdır. Bu anlamda çoğunluk rasyonalitesinin aksine düzensizlik, tektipsizlik mekanıdır. Marjların yer aldığı bir kamusallıkta, ‘bu böyledir, böyle olmalıdır’ gibi mutlak önermelere yer yoktur. Hayat, olağanın ve olması istenen hegemonyanın dışında akıp gidebilmektedir.” (s.261)
İzmir kentini bu açıdan farklı kılan hususlardan bir tanesi de bu kentin çok uzun bir zamandan bu yana toplumsallığı kadın ve erkek bir arada yaşayabiliyor olmasıdır. Kadınlar, İzmir’de Türkiye’nin hiçbir kentinde olmadığı kadar toplumsal hayatın içerisinde yer almaktadırlar ve İzmir’i farklı kılan husus nedir diye soracak olsanız ilk etapta söylenmesi gerekenin kadınların varlığıdır diyebilirim.
Çalışmayı çok önemsediğimi ve böylesi çalışmalarla içinde yaşadığımız ülkenin sosyal bilimler alanında daha iyi anlaşılmasına ve buradan çıkacak sonuçların hem toplumsal açıdan hem de kültürel ve siyasi anlamda bize yol göstereceğine inancım tam. Bununla beraber İzmir kentinin hiçbir zaman için bir duvar imgesi ile tarif edilebileceği kanaatinde değilim. İzmir, bir duvardan çok daha öte anlamları bünyesinde barındırmayı başarabilen bir kent görünümündedir. Belki de bu yüzden kentin bütün aktörleri kente sahip çıkmaya çalışmakta ve kentte kendilerinin diğerlerinden daha fazla bir yeri olduğunu ortaya koymaya girişmektedirler.
Kitabın içerisinde başörtülü, çarşaflı kadınlara ve çocuklara yönelik yakışıksız uygulamaların varlığı ne kadar itici ve kabul edilmez ise kılık kıyafeti veya içki içmesi nedeniyle birilerinin yaftalanması da o kadar itici ve kabul edilmezdir. Her iki duruma ilişkin örnekte çalışma içerisinde yer alıyor. İzmir tarihsel açıdan ülkemizin en eski kentlerinden bir tanesidir ve bu geçmiş onun kimliğinde derin izler bırakmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında kentin kapitalist ekonomi ile eklemlenmesi ile başlayan değişim sürecinin kentte hem mekânsal anlamda hem de nüfus anlamında büyük etkileri olmuştur. Fakat belki de en büyük etki kozmopolit bir kent olmayı öğrenme aşamalarıdır ki bu durum kentte bugün dahi hissedilen farklılıklar karşısında ötekileştirmeden davranabilme anlayışının kökleşmesine katkıda bulunmuştur.
İzmir, kendine özgülükleri bünyesinde barındırmayı başarabilen ve böyle olduğu için de dışarıdan gelenlerin de kısa bir zaman içerisinde çok daha kolaylıkla uyum sağlamayı başarabildiği bir kenttir. Bu yüzden de İzmir için yazılan veya söylenen şunun veya bunun kalesidir ifadeleri gerçeği yansıtmaktan uzak bir anlayışa hizmet etmektedir. İzmir içinde farklı görüşleri ve düşünceleri bir arada yaşatmayı ve onları bir arada tutmayı becerebilen bir yaşantıyı temsil etmektedir. Bunun için de İzmir’i duvar yerine farklı çiçeklerin/ağaçların bir arada olduğu bir bahçeye/parka veyahut ormana benzetmek çok daha yerinde olacaktır. İzmir’in bünyesinde barındırdığı özellikler ile Türkiye’ye örnek olma ihtimali farklı kesimleri birbirinden ayırma ve ayrıştırma olasılığından çok daha yüksektir. Türkiye’nin İzmir’leşmesi bütün bu özellikler açısından düşündüğümüz de hepimiz açısından olumlu bir geleceğin oluşması adına yararlı olacaktır. Kitabın içerisinde de İzmir’deki laik, seküler mahallenin yaşananlar konusunda sorgulamalarda bulundukları görülmektedir, az sayıda olmakla birlikte benzer bir eğilim muhafazakâr kesimde de mevcuttur ve bu duruma ilişkin örnekler de yine kitapta yer almaktadır. Ülkemizin birbirinin varlığından endişe duymayan ve birbirlerini olduğu gibi kabul eden topluluklara ihtiyacı bulunuyor. İzmir bu açıdan ilgi çekici bir laboratuvar niteliğini uzun zamandır sürdürmekte. Çalışmanın bütün bu yüzlerini bir kez daha ortaya koyduğu için olumlu bir katkıda bulunduğu kanaatindeyim. Sevgili meslektaşım İrfan Özet’i bu güzel çalışması için kutluyorum. Fatih-Başakşehir çalışmasını4 daha önce tanıtmıştım. Söz konusu eserde Özet, çok daha net bir biçimde kendisini hissettiriyordu. İzmir Duvarı çalışmasında ise özellikle sonuç kısmında yazarın genel bir özet yerine daha net ifadeler ile durumu ortaya koymasını beklerdim.
1 Özet İrfan (2022) İzmir Duvarı; Laik Mahallede İktidar ve Kültür Savaşı, İletişim Yayınları, İstanbul
2 Kaya, A.Y. (2008) ‘Şehir Senin Peşini Bırakmayacak’ İzmir 1830-1930 Unutulmuş Bir Kent mi? İçinde (Der.) Marie Carmen Smyrnelis, Çev. Işık Ergüden, s, 263, İletişim Yayınları, İstanbul
3 https://t24.com.tr/yazarlar/ahmet-talimciler/izmir-guzellemeleri-sikiyor,17806
4 https://t24.com.tr/yazarlar/ahmet-talimciler/muhafazakar-mahallede-iktidar-ve-donusen-habitus,22011
1 Özet İrfan (2022) İzmir Duvarı; Laik Mahallede İktidar ve Kültür Savaşı, İletişim Yayınları, İstanbul
2 Kaya, A.Y. (2008) ‘Şehir Senin Peşini Bırakmayacak’ İzmir 1830-1930 Unutulmuş Bir Kent mi? İçinde (Der.) Marie Carmen Smyrnelis, Çev. Işık Ergüden, s, 263, İletişim Yayınları, İstanbul
3 https://t24.com.tr/yazarlar/ahmet-talimciler/izmir-guzellemeleri-sikiyor, 17806
VEFAT
22 Aralık 2024ÖNE ÇIKAN HABERLER
22 Aralık 2024İZMİR
22 Aralık 2024GÜNDEM
22 Aralık 2024KAF SİN KAF
22 Aralık 2024KARŞIYAKA HABERLERİ
22 Aralık 2024KARŞIYAKA HABERLERİ
22 Aralık 2024Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.