22 Aralık 2024 Pazar
Kitap boyunca en ilgi çekici olan kısım ise hiç şüphesiz Tibuk’un kendisini anlattığı ve radikal dönüşüm diye nitelendirilen bölüm. Tibuk bu bölümde Türkiye’nin dindarlarına 28 Şubat’ta verdiği destekten dolayı büyük pişmanlık duyduğunu söylüyor. Hatta daha da ileri giderek Müslüman ülkelerde demokrasi olacağına inanmadığını belirtiyor
Başlık Fatih Vural’ın Türkiye siyasi tarihinde ilginç bir figür olan Besim Tibuk’u anlattığı kitabından. Kitabı okumaya başladığınızda benim gibi o yılları yaşamışsanız eğer bir taraftan hikayesi anlatılan Besim Tibuk gözlerinizin önünde canlanıyor öte taraftan ise yaşadıklarımıza dair geçmişe dönük farklı bir yolculuğa çıkıveriyorsunuz. Kitabın can alıcı özelliği ise son derece akıcı bir biçimde kaleme alınmış olmasının yanı sıra söylenilenlerin bir nevi 90’lı yılların ortasından itibaren yaşananlara ilişkin kapsamlı bir okuma sunuyor olması.
1990’lar Türkiye’de her açıdan ilginç olarak nitelendirilecek çok sayıda olayı bünyesinde barındırmaktadır ve bu olaylarla birlikte anılması gereken çok sayıda da ismi, ekranlar aracılığıyla evlerimize konuk etmiştir. İşte bu isimlerden birisi olarak Besim Tibuk son derece farklı söylemleri ile o dönemde televizyon ekranlarında dile getirdikleriyle bambaşka bir konumda bulunuyordu. Aslında kitaba ismini veren ve okudukça gerçekten de izlediğimizde de böyle olduğunu bir kez daha hatırladığımız bir figürdü kendileri. Yazar, bu renkli ve bir o kadar da değişik kişiliği hem içinde yaşadığı dönemin koşullarıyla hem o döneme tanıklık eden kişilerin görüşleriyle hem de söz konusu ismin gerek konuşma görüntüleriyle gerekse de kendisiyle yaptığı nehir söyleşi kısmı ile önümüze çıkartıyor.
Burada ilginç olan husus, bir taraftan liberalizmin dünyadaki ve ülkemizdeki tarihsel arka planı hakkında son derece kararında bir girişle işe başlıyor ve ardından Besim Tibuk’un siyaset macerasını Liberal Demokrat Parti üzerinden adeta nakış gibi işliyor. Kitabı okuyanlar bir anlamda 28 Şubat 1997 tarihi öncesi ve sonrasında yaşanan gelişmelerin yanı sıra 2002 seçimlerine kadar geçen zaman dilimi içerisinde olup bitenler hakkında da bilgi sahibi oluyorlar. Karşımızda postmodern darbe sürecinin en dik çıkışlarına sahip olan kişisi bulunuyor ve söz konusu isim kitabın ilerleyen bölümlerinde (on üçüncü bölüm Besim Tibuk’un radikal değişimi kısmında) bu kez özeleştiri ile yaşanan dönemin yanı sıra içinden geçmekte olduğumuz döneme ilişkin de çarpıcı ifadeler kullanıyor.
Bir dönem ekranların en aranan yüzü olmanın yanı sıra parti başkanlığı ile ülkeye ilişkin yapılabilecekler hususunda son derece kapsamlı programlar, kitapçıklar hazırlayan ancak son noktada bütün bu yaptıklarını oy almaya çeviremediği için ceketini alıp gitmekten de imtina etmeyen bir kişinin hikayesini okuyorsunuz. Aslında bütün kitap boyunca söyledikleri ve sonuna kadar savunduklarıyla liberal bir kişi var karşınızda buna karşın Türkiye’de siyaset ve liberalizm ilişkisi ise hiçbir dönem anlamlı bir çizgi üzerinde yürümüyor. Besim Tibuk’un hikayesi bir anlamda ülkede yanlış gördüğü hususlar hakkında söyledikleri ve savunduklarının da hikâyesi olarak okunabilir. Çünkü bazı şahsiyetler içinde yaşadıkları dönemin ötesinde fikirleri, çevrelerindekilere hoş gelmese bile söylemekten imtina etmezler. Besim beyin de tam olarak böyle yaptığını ve doğru bildiği yolda ucu kendi yaptıklarına dokunsa bile bunları söylemekten çekinmediğini kitap aracılığıyla bir kez daha öğrenmiş oluyoruz.
Besim Tibuk’un kırmızı çizgilerinden birisi Demokrat Parti iktidarının başına gelen uygulamalardır ve bunun karşısında ısrarla durmaya gayret etmiştir. Yeniden kurulan Demokrat Parti’den ayrılmak zorunda bırakılınca bu kez kendi egosu için Liberal Partiyi kuracak ve ‘devleti küçültüp, insanı büyütmeyi şiar edinen liberal politikalarla Türkiye’deki kötü iktidarların bir kader olmadığını kanıtlamaya girişecekti. Liberal Parti’nin sloganı da Tibuk’un bu düşünceleri ışığında ortaya çıktı: Biz Devleti yönetmeye talibiz, insanların kalbini ve beynini değil’ (s.39). Kitaplarla ve yönetmeye talip olduğu ülke insanlarına dair gözlemleriyle yola çıkıyordu Besim Tibuk ve şöyle söylüyordu: “Bizim hikayemiz gözlemdir. Hiçbir zaman kafadan uydurma değildir. Bir, tarihi gözlem. İki, var olanları gözlem. Üç, insanı gözlem. Bunları gözlediğin zaman aynı neticeye varırsın.” (s.52).
Kitap boyunca zaman zaman kendisiyle farklı gazetecilerin yaptığı haberlere ilişkin bilgilere de yer veriliyor. Aslında buradaki kişinin yine o içinde bulunduğu zaman dilimine göre farklı şeyler söylemekten çekinmeyen Besim Tibuk olduğu bir kez daha anlaşılmış oluyor. Osmanlıya, saltanata ve hilafete dair söyledikleri (s.55) tam da bu doğrultuda olan ifadelerdir. “Osmanlı hanedanı, batıya dönük bir hanedandır. Son halife Abdülmecid, ressamdı ve çıplak kadın resimleri yapıyordu ve kızları, hanımı başı açık geziyordu. Çok modern bir insandı. Hanedanlık devam etseydi, Mustafa Kemal’den bir şey eksilmezdi” (s.58).
Besim Tibuk Türkiye’nin bir köprü olduğunu ancak kafası az çalışan bir mirasyedi gibi hareket ettiğini ifade etmişti (s.64). Bu yüzden de devlet küçük ve güçlü olmanın yanı sıra icra etmemeli, yönetmeliydi (s.67). Demokrasilerde medyanın nasıl önemli bir konum teşkil ettiğinin farkındadır ve TRT ile en fazla karşı karşıya gelen işadamıdır aynı zamanda. 1997 yılında bir tartışma programında TRT için şu ifadeleri kullanacaktır. TRT tekrar edeyim. “Allah’ın belası bir kuruluştur. Türk halkının başına gelmiş en büyük rezilliktir.” 1999 yılında LDP genel başkanı sıfatıyla TRT’de yaptığı seçim konuşmasında ise “TRT’yi de satacağız” diyecektir (s.69). Tibuk için en önemli konu hiç kuşkusuz adalettir. “İnsanlar açlığa, yoksulluğa, düzensizliğe, her şeye tahammül edebilirler; ama adaletsizliğe asla! Bir toplumun, ‘millet’ ve ‘devlet’ olabilmesinin ön koşulu adaletti… Hukuk yoksa insanlar özgür değildi! Çünkü güçlü olan devlet, güçsüz olan insandı” (s.70-71).
Kitap boyunca Besim Tibuk’un konuşmalarında sık sık yer verdiği bazı ifadelerin ilerleyen aşamalarda dönemin iktidarı tarafından hayata geçirildiğini de okuyorsunuz. Örneğin Tibuk’un Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni kaldırma hayali tam on yıl sonra 2004’te Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde, AKP iktidarı tarafından gerçeğe dönüşmüştü (s.75). Seçme ve seçilme yaş değişikliği, yurt dışındaki vatandaşlarımızın, elçilik ve konsolosluklar aracılığıyla oy kullanmaları (s.76), işsizlik sigortası (s.80), özel televizyonlar sayesinde olası darbelerin engelleneceği (s.87) açıklamasının yanı sıra Ankara’daki askeri birliklerin taşınması uygulaması da yine 15 Temmuz sonrası hayata geçirilecektir (s.89). Yeni Lira fikrini de ilk kez ortaya atan kişi de yine Besim Tibuk’tur (s.126). Vergilerle, ticaret ve gümrüklerle ilgili söyledikleri ise son derece ilgi çekici ve içinde bulunduğumuz dönemde bile aykırı olarak nitelendirilebilecek ifadelerdir. Devletin, eğitimden, sanattan, spordan, sağlıktan elini çekmesi gerektiğine ilişkin de açıklamalar dikkat çekici. Yerel yönetimler, gecekondu afları ve kentlerin bedelleri hakkında da ilgi çekici görüşleri bulunmaktadır.
Besim Tibuk spor konusunda da ilgi çekici ifadeleri olan bir kişilik olarak görülmüştür. Burada ise uluslararası olimpiyat komitesine yazdığı mektupta bir olimpiyat çanağının kurulması ve olimpiyat oyunlarının her seferinde aynı yerlerde başta Atina olmak üzere, İstanbul, İzmir, Roma, Selanik, Napoli ve İskenderiye’de gerçekleştirilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bu önerisini getirirken ise her olimpiyat düzenlenen ülkede harcanan milyonlarca doların ve inşa edilen tesisin yarattığı israfa da vurguda bulunmaktadır (s.146). Benzer şekilde FİFA’ya da mektup yazarak ofsayt kuralının kaldırılmasını ve kalelerin büyütülmesi gerektiği fikrini önerecektir (s.147).
Kitap içerisinde ilgi çekici olan beşinci bölümde ise Yeni Demokrasi Hareketi ile Liberal Demokrat Parti arasındaki farklılıklara dikkat çekilmektedir. Altıncı bölüm ise 28 Şubat sürecine giden yolda yaşananların farklı bir perspektif ile okunmasına aracılık etmektedir. Yakın tarihi öğrenmek isteyen öğrenciler açısından oldukça iyi özetlenmiş bir metin var karşımızda. 1997 yılı başında katıldığı bir televizyon programında söyledikleri bir anlamda içinde yaşadığımız döneme de ışık tutar cinsten: “…Dindar kesim, laiklik deyince tedirgin oluyor. Ben o kelimeyi kaldırıyorum, din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır diyorum. Devlet ve din işlerinin ayrılması, dindarların lehinedir. Çünkü devleti din işlerine sokarsan dindarlar rahatsız olurlar. Bir yerlerde senfoni tıngırtısı ‘Türkiye laiktir, laik kalacak! Kardeşim, Türkiye bir yere gitmiyor ya! Sloganlarla halkı ikiye ayırırsın, tedirgin edersin. Siz zannediyor musunuz laiklik yeni bir şeydir? Osmanlı da laikti. Cumhuriyet’i kuranlar gökten mi indiler? Hepsi Osmanlının mekteplerinde yetişti. Ben laiklik lafını yasak edeceğim” (s.215-216).
28 Şubat sürecinin en dik adamı olarak gösterilen Tibuk’un başta 27 Mayıs süreci ve ardından gelen dönemde yaşananlar olmak üzere darbe ve darbeciler konusunda son derece net bir duruşu var. Bu duruş Merit Antique hotelin elinden alınmasına da yol açacaktır (s. 239-240). 12 Mart’ın komutanlarından Muhsin Batur’la yine bir televizyon konuşmasındaki telefon tartışmasına da yansıyor. Tibuk son derece zekice, Batur’un söylediği ifadeyi öne çıkartıyor: “Siz, eğer Türkiye’de demokrasi olsaydı beni yargılarlardı dediniz.” (s.244). 28 Şubat sonrası süreçte de yine Besim Tibuk kamuoyunun yakından takip ettiği isimlerden bir tanesi ve dindar olmadığı halde Refah Partisi’ne yapılanlara getirdiği eleştiriler nedeniyle de muhafazakar kamuoyunun da beğenisini topluyor. Hatta Fazilet partisi içerisindeki yenilikçi kesim ile dirsek temasında bulunulduğu ve son anda buradaki isimlerin LDP’ye katılmaktan vazgeçtikleri de yine dikkat çeken notlar arasında yer alıyor (s.262-264). Bu dönemde okul arkadaşı Hasan Celal Güzel’le yolları bir kez daha kesişiyor, hatta 1999 seçimlerine gidilirken arkadaşından birleşme teklifi alıyor. Bu dönemin bir diğer önemli ismi Muhsin Yazıcıoğlu’nun MHP’ye gelirim ifadesi ve Devlet Bahçeli’nin “Muhsin Yazıcıoğlu gelmesin” sözleri de dönemin önemli isimlerinden Ali Coşkun üzerinden aktarılıyor (s.266-269).
Kitap içerisinde idam konusunda (s.270) tıpkı kentlerdeki özel mülkiyet (s.153) ile ilgili ifadelerde olduğu gibi Besim Tibuk’un kendisiyle çeliştiği noktalara da yer veriliyor. 2001 krizi ve ardından yaşanan gelişmeler karşısındaki ifadeleri yine dikkat çekici iken bakkallara ilişkin yaklaşımı ve süpermarket ile alışveriş merkezlerine ilişkin yaklaşımları ise yine tartışılacak cinsten (s.297-299). Besim Tibuk’un belki de en ilginç yanlarının anlatıldığı kısım onuncu bölümdeki Tibuk’un Çeçenleri başlığını taşıyor. Türkiye’nin Çeçenistan’ı yalnız bıraktığını ve adeta bir Don Kişot gibi Tibuk’un kendi olanaklarıyla Çeçenistan’dan kaçan insanlardan bir kısmını Türkiye’ye nasıl sokmayı başardığını da yine buradan öğreniyorsunuz. Ayrıca bu dönemde devletin istihbaratının Rus istihbaratına bilgi akışında bulunduğunu da okuyorsunuz (s.318).
2002 seçimlerinde yaşanan hayal kırıklığı sonrasında ceketini alıp çıkan Tibuk’un sözleri çok manidar: “Partiyi ister açık tutun ister kapatın. Gidip, hayatınızı yaşayın. Bu millete fedakarlık yapmaya değmez“(s.336). Kitap boyunca en ilgi çekici olan kısım ise hiç şüphesiz Tibuk’un kendisini anlattığı ve radikal dönüşüm diye nitelendirilen bölüm. Tibuk bu bölümde Türkiye’nin dindarlarına 28 Şubat’ta verdiği destekten dolayı büyük pişmanlık duyduğunu söylüyor. Hatta daha da ileri giderek Müslüman ülkelerde demokrasi olacağına inanmadığını belirtiyor (348). Bu bölümde Avrupa ve Müslüman dünyasındaki gelişmeleri tarihsel olarak okuyan ve buradan çıkarsamalarda bulunan bir kişi ile karşılaşıyorsunuz. Uluğ Bey’in katledilmesine kadar giden oradan Demokrat Parti iktidarına ve darbelere kadar sürdürülen analizler bulunuyor.
28 Şubat ile ilgili olarak ise; “Bizim hürriyet ve liberal eksenli fikirlerimiz onların işine geliyordu. Bu tamamen pragmatik bir şeydi. Bizi kullandılar! Bu dinciler, şeriatçılar, liberalleri kullanıyorlar. Bunu doğal buluyorum. Herkes herkesi kullanır. Esas biz liberallerin bir öz eleştiri yapması lazım. Benim özeleştirim, demokrasiye, demokratik değerlere adapte olurlar düşüncesi içinde olmamdır. Hatta öyle ki 28 Şubat’ta bu kadar sert karşı çıktığıma pişmanım! Ben geleceğimiz yerin bugünkü nokta olduğunu bilseydim, 28 Şubat’a asla karşı çıkmazdım! Bizi kullandılar. Bizden istifade ettiler. Biz de saf saf, insan hakları, hukuk ve demokrasi diyerek bunların yanında durduk. İşte şimdi görüyoruz, ne kadar insan haklarına, hukuka, demokrasiye bağlı olduklarını. Üstelik bugün 28 Şubat kadar da serbestlik yok. 28 Şubat’ta her türlü şey söylenebiliyordu. Şimdi o da yok! En ufak bir memur bile konuşmaya korkuyor, ‘Ne yaparlar bana? Diye (s.356). Yine bu bölümde Müslüman ülkelerin gerilemesinin yanı sıra şeriat tehlikesi ile ilgili görüşleri de yer alıyor.
Bir başka ilgi çekici bölüm ise Tibuk’un siyasette neden başarılı olamadığına ilişkin farklı kişilerin görüşlerinin verildiği on dördüncü bölümdür. Burada Tibuk’un kendi içinde tutarlı olan buna karşın her doğrunun her yerde söylenemeyeceği yaklaşımı ile getirdiklerini götürdüğüne vurgu yapılıyor (s.362-364). Liberalizmin Türkiye’de neden hâlâ şansının olmadığını ise Alper Görmüş’ün sözleri gayet iyi özetliyor (s.380).
Son iki bölüm ise batan geminin yeniden yüzdürülmesi sürecinde yaşananlara ve Kıbrıs’taki sürece ayrılmış vaziyette. Burada çocuklarının gözünden Besim Tibuk’un anlatılması da kitabın güzel yanlarından bir diğerini oluşturuyor. 460 sayfalık olmasına karşın son derece çabuk okunan ve bir o kadar da öğretici bir kitap var karşımızda. Sevgili Fatih Vural’ı bu güzel çalışma için bir kez daha kutluyorum.