12 Aralık 2024 Perşembe
Başlık Meriç Köyatası‘nın kitabına ait ve alt başlığında Ekonomide Karşı Devrim ifadesi de yer almakta. Meriç Köyatası, Türkiye’nin özel televizyon macerasına başladığı dönemin önde gelen isimlerinden bir tanesiydi ve Magic Box Star 1’de haberlerin bitiminde yorumları ile olan biten hakkında değerlendirmelerde bulunurdu. Son kitabının gerçekten ufuk açıcı ve bir o kadar da düşündürücü olduğunu söyleyerek başlayabilirim. Her şeyden önce ekonomi bu ülkede herkesin çok ama çok iyi bildiği bir alan görünümünde olmakla birlikte başımıza ne geliyorsa yine bu çok bilmişliğimizden geldiği gerçeğini de göz ardı etmemeliyiz. İşte tam bu noktada yazar, önce kapitalizmin dünü, bugünü ve yarınına ilişkin çok nefis bir özet bakışı bizlere sunuyor. Savaşlar ve krizler arasındaki ilişkinin yanı sıra neoliberalizmin hayatımıza girişi ve teknolojinin kat ettiği devasa mesafe sonrasında geleceğe ilişkin öngörülerini paylaşıyor:
“Dünya neoliberal sistemin kırılmasıyla birlikte yeni bir siyasal ve ekonomik döneme girecek. Yeni bölüşüm modelleri-çatışmaları çıkacak. Olası iki yol görülüyor. Ya büyük sermaye ve teknoloji kontrolünde dijital diktatörlükler ve faşizm yaşayacağız. Ya da güçlü demokrasi ve güçlü sosyal devleti kuracağız” (s.30).
İkinci bölümden itibaren kitabın önce Osmanlı devletinin dağılış sürecine oradan da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması dönemine odaklandığını ve okuyuculara bu doğrultuda toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatımızda nelerin yaşandığına ilişkin bilgilendirmelerin yapıldığını görüyoruz. İşte tam bu noktadan itibaren daha sonra fabrika ayarları diye niteleyeceği anlayışın, cumhuriyetin kuruluş aşamasında nasıl bir serüven içerisinde meydana geldiğini ortaya koyduğu satırlarla karşı karşıya kalıyoruz:
“Cumhuriyetin kuruluşu ve inşasına üç ayrı pencereden bakarsak, aydınlanma devrimlerinin ruhunu, çok daha iyi kavrayabiliriz. Bir pencere, cumhuriyetin, yeni devletinin hukukunun, üst yapısının kurulmasıdır. Başka bir deyişle cumhuriyetin birinci taşıyıcı kolonu, hukuktur, yeni yasalardır, anayasadır, devletin örgütlenmesidir. Osmanlı Devleti’nin batış nedenlerinden bir tanesi, sanayileşememesidir. Buradan hareketle cumhuriyetin bir diğer önemli taşıyıcı kolonu sanayileşme hareketi olacaktır…Aydınlanma devrimlerinin üçüncü önemli taşıyıcı kolonu, tarımda ve kırsal kesimde yapılacak olan hamleler. Bunun için birbirinin tamamlayıcısı iki önemli hamle var. Birincisi toprak reformu. Diğeri de kırsal kesimde eğitim hamlesi. Sonraki bölümlerde değineceğimiz gibi, karşı devrimin en büyük direnişi, hamlesi ve mevzi kazanması bu iki alanda oldu. Bugün yaşadığımız birçok sorunun temelinde aydınlanma devrimlerinin, kırsalda ve tarım kesiminde başarıya ulaşmamış olması yatar” (s.34-35).
Üçüncü bölüm Atatürk döneminde ekonomiye ayrılmıştır. Burada planlı ekonomiye geçiş süreci ve bunun için yapılan dış gezilere ilişkin de bilgiler yer almaktadır:
“1934 yılı başında Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlıkları tamamlanır. Sovyetler Birliği’nin kredi ve teknik yardım protokolü imzalanır. Kerdi 8 milyon dolara karşılık gelen 16,5 milyon Türk lirasıdır. 20 yıl vadelidir, faizsizdir ve en önemlisi geri ödemeler Türkiye’den yapılacak ihracatla olacaktır. 1934 yılı, sanayileşmede büyük hamlelerin yapıldığı yıl olur. Arka arkaya birçok Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) devreye girer” (s.55).
Dördüncü bölümden itibaren karşı devrimin Türkiye’ye girişi ve etkileri üzerinde durulmaya başlanıyor. Çiftçiyi topraklandırma yasasının daha en başından ölü olarak doğduğu dile getiriliyor. Mustafa Kemal’in bütün söylemlerine karşın bu konuda bir türlü istediğini gerçekleştirememiş olmasına vurguda bulunuluyor:
“Peki bu kadar güçlü olan Mustafa Kemal Atatürk, mecliste dört kez gündeme getirmesine rağmen neden Toprak reformu kanununu geçiremiyor? Toprak meselesi zor soru. Kolay bir yanıtı yok. O nedenle, bu sorunun yanıtını ararken, Osmanlı’da Tanzimat öncesi ve sonrası dönem toprak mülkiyeti ile cumhuriyetin ilk yıllarındaki toprak mülkiyeti gelişmelerine kısa bir göz atalım” (s.77).
Toprak reformu birlikte yürümesi gereken bir diğer husus ise köylülerin eğitim sürecinin hızlandırılmasıdır ki bu noktada köy enstitüleri aracılığıyla mesafe kat edilmeye başlanır ancak burada da benzer bir durum yine gelişmelerin akamete uğramasına yol açacaktır. Yıllar önce Ruşen Çakır ile yaptığı konuşmada rahmetli Şerif Mardin hocamız çok önemli bir ifadeyi kullanmıştı; Öğretmen, imama yenildi demişti. 1927 nüfus sayımında ülke nüfusunun dörtte üçünün kırda yaşadığı gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Bu dengenin 1985 nüfus sayımı sonrasında kentlerin lehine doğru (yüzde 53-yüzde 47) değiştiğini de ekleyelim. Yazar bu noktada Cumhuriyet Halk Partisinin nasıl bir yol izlediğini ve Köy Enstitülerinin kapanış sürecini yine bu bölüm içerisinde ele alıyor:
“İstiklal Savaşı ve Lozan kahramanı İsmet Paşa’nın, karşı devrime direnemediğini görüyoruz. Karşı devrimin toprak reformu ve köy enstitülerine yönelik darbesinden sonraki en büyük ikinci darbesi de yine, 1945’li yıllarda sonraki sayfalarda açıklamaya çalışacağımız baskılar sonucunda İnönü’nün ABD ile savunma anlaşması yapmasıdır. Bu anlaşmanın devamında ve özellikle Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye, ekonomik-askeri-siyasi olarak bağımsızlığını kaybetti ve Amerika’nın uydusu haline geldi” (s.97-98).
Kitabın içerisinde eleştireceğim noktaların başında gelen ele alınan dönemden günümüze dönük ışınlanmalar şeklindeki açıklamalar kısmı gelmektedir. Güncel ile dönemsel yaşananlar arasında ilişki kurma anlamında bir bağ var gibi gözükse de birdenbire olan bitenin ne olduğu anlaşılmadan yargı verilmesi gibi durumlar ortaya çıkabiliyor ki böylesi iyi kaleme alınmış bir kitap açısından ne yazık ki buna hiç ama hiç gerek yok!
“Bugüne çok kısa bir dönüş yapalım. 1945 yılında cumhuriyetin kurucu iki unsuru CHP’nin ve ordunun muhafazakarlaşmaya, karşı devrime teslim oluşu ile Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu yönetimindeki yeni CHP’nin tavrı çok net örtüştüğüne tanık oluyoruz. İki genel başkan döneminde de CHP içindeki Atatürkçü unsurlar temizlendi. Atatürk ve laiklik karşıt unsurlar tepeden inme parti üst yönetimine ve milletvekilliğine getirildi. Özellikle 14 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimlerinde Atatürkçü söylemden vazgeçildi, siyasal İslamcı partilerle ittifak yapıldı. CHP listelerinden 40 kadar siyasal İslamcı milletvekili olarak meclise taşındı. Türk Silahlı Kuvvetlerinden Atatürkçü subaylar uzaklaştırıldı, orduda tarikatların etkisi artırıldı” (s.99).
Kitap içerisindeki en uzun bölümlerden bir tanesi olan dördüncü bölümde İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi sonrasında yeni dünya düzeni ve buradaki Truman Doktrini ile Marshall Yardımı ve Sovyetler Birliğinin Türkiye’ye yönelik yaklaşımlarına da yer verilmektedir.
Beşinci bölüm 1950 ila 1960 yıllarına ve bu dönemdeki Demokrat Parti iktidarının, Amerika Birleşik Devletleri ile olan bağlantısı ile ortaya çıkan yeni gelişmelere, örneğin NATO’ya üye olma ve sonrasında olup bitenlere ayrılmıştır:
“Dönemin en önemli ekonomik göstergesi, dış ticaretin sürekli açık vermesidir. Türk ekonomisi 1948 yılına kadar dış ticarette hep fazla verirken Marshall Planına dahil olup dış yardım almaya başladıktan bugüne kadar sürekli dış ticarette açık veren ülke konumuna girdi. Bu batağa saplanmada özellikle 1952 sonrası uygulanan politikalar etkili oldu” (s. 128).
Altıncı bölümde 1961-1980 planlı ekonomi-çalkantılar ve askeri darbelere ayrılmıştır. Türkiye’nin toplumsal tarihinin ekonomi ile olan bağlantısını öğrenmek isteyenler açısından son derece iyi analizlerin yer aldığı ve yerinde kaynakların kullanıldığı bir çalışma olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yedinci bölüm Karşı devrimin ekonomide üçüncü büyük hamlesi başlığını taşıyor. Kitabın önsözünü de yazan Bilsay Kuruç hocanın da içerisinde yer aldığı 4. Kalkınma planının ülke tarihi açısından neden büyük bir önem taşıdığı kadar bu planın hayata geçirilmeyerek 24 Ocak kararlarının yürürlüğe sokulmasının arkasındaki Dünya Bankasının etkileri ve daha sonra ortaya çıkacak olan gelişmeler üzerindeki yansımalarına yer veriliyor:
“1978 yılında Ecevit’in DPT Müsteşarı Prof. Dr. Bilsay Kuruç ve ekibi 4. Kalkınma Planını hazırlar. Plan, Türkiye’nin montaj sanayisinden çıkıp ihracata rekabet edebilecek orta ve yüksek teknoloji sanayiler kurmasını, yatırım malları ve ara malları üretimini arttırmasını hedefler. Türkiye, makas değiştirmek istemektedir. Planda korumacılık ve kapalı bir ekonomi modelinden vazgeçiş vardır. Ama dünyaya açılırken 24 Ocak 1980’de olduğu gibi, pazarı teslim eden politikalar yerine, rekabet edebilen bir sanayi ile net ihracatçı bir ülke olmak hedefi vardır. IMF, Dünya Bankası ve OECD plana da şiddetle karşı çıkar. Yapmak istedikleri şey, Türkiye’yi planlamadan uzak tutmak…Tarih 1978 yılında tekerrür eder. Çoğu kişi hatırlamaz. Kemal Derviş 2001 krizinden önce de Türk ekonomisinde önemli bir rol oynamıştı. Thornburg yerine bu kez Kemal Derviş-Robinson Raporu ortaya çıkar” (s. 139).
Kitabın içerisinde bu planın nasıl engellendiği ve burada ülkenin sermaye sınıfının nasıl bir rol üstlendiğine ilişkin bilgiler de yer alıyor.
Sekizinci bölüm karşı devrimin ekonomideki dördüncü hamlesi olarak Kemal Derviş tarafından hayata sokulan istikrar programı ve bu programın Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından harfiyen uygulanması sonucu ortaya çıkan gelişmelere odaklanıyor. Önce son yirmi yıl içerisinde ülkeye giren yabancı sermaye miktarının ne olduğunu ortaya koyuyor daha sonra da bu paraların nerelere harcandığı üzerinde duruyor:
“351 milyar dolarlık yeni dış borç girişinden söz ediyoruz. AKP döneminde 430 milyar dolar doğrudan yatırım, portföy yatırımı yabancı sermaye, 351 milyar dolar dış borç toplam 783 milyar dolarlık bir yabancı kaynak girişi var. Muazzam bir kaynak… Bu paranın küçük bir kısmı bile yüksek teknolojiye, yüksek katma değerli sanayi alanlarına yatırım olarak girseydi, bugün Türkiye bambaşka bir yerde olacaktı. Nereye gitti bu paralar? Yanıtı belli…Betona, ithalata ve beton ve ithalat işlerini organize edenlerin komisyonlarına…” (s.167). Bölümün sonunda AKP Lale Devrinin özet sonuçları üzerinde duruluyor. “Ekonomide yolsuzluklar, bütçe açıkları, normal bedellerinin üç katı hatta on katına varan hazine garantili dövizli ihaleler, nüfuz ticareti yoluyla yandaşlar zenginleştirildi. Türkiye’nin 80 yılda yaptığı fabrikalar, limanlar, işletmeler ya yok pahasına satıldı ya da yine çok düşük değerlerle satılan fabrikalar kapatıldı, arsalarına AVM ve konut inşaatları yapıldı. Orta sınıf çökertildi. Toplum iyice yoksullaştırıldı. Orta sınıfın çökertilmesindeki amaçlardan bir tanesi de siyasal olarak toplumun demokratik direnme hakkını kısmak idi. Toplumların gücünü zayıflatmanın yolu, onları yoksullaştırmak, dillerinden ve tarihlerinden uzaklaştırmaktan geçiyor. Sefaletin bilinçli bir şekilde yaygınlaştırılması, Türk tarihi ve kültürünün Arap kültürüne dönüştürülmesi çabalarının altında yatan gerçek neden kısaca bu” (s. 171).
Dokuzuncu bölüm AKP’nin ekonomideki yirmi yıllık karnesinin nasıl bir görünüm arz etmekte olduğunu gözler önüne sermekte:
“Bir dönemin ya da bir iktidarın genel olarak ekonomik performansını değerlendirirken önce beş temel göstergeye bakarız. Bu beş temel gösterge büyümedeki (GSYH) performans, işsizlik, enflasyon, dış denge ve iç denge… Ekonomi, politikadan ayrılamaz ve esasında bu beş temel göstergeye bakmanın temel amacı da toplumun ve insanların refahındaki değişmeleri ölçmek ve gözlemlemektir. O nedenle, bütün bu göstergelerden hareket ederek varacağımız ana gösterge, bölüşüm (gelir dağılımı) ve uluslararası karşılaştırmalarla yaşam kalitesi standartlarıdır” (s.172).
Yazar büyüme göstergesi ifadesinin kullanırken aynı zamanda bu döneme ilişkin önemli bir kavramı da bizlere armağan etmekte; Hormonlu ve Zehirli Büyüme. AKP iktidarının ilk on iki yılında çıplak gözle bakıldığında büyüme rakamlarında bir ivmenin yakalandığına ancak 2018 sonrasında bu durumun tersine döndüğünü ortaya koyuyor. 2018 yılından önce hormonlu büyüme kavramını kullanırken bu kavramı bu tarihten sonra zehirli büyüme olarak değiştirdiğini şu şekilde açıklıyor:
“Türkiye büyüdükçe borcu artıyor, çok az bir kesim hariç toplumun önemli bir kesimi refah kaybına uğruyordu. Büyümenin faydası değil zararını görüyorduk. Bu kadar büyümeye rağmen işsizlik ise hiç azalmıyordu. Hormonlu büyüme kalitesizdi ve sürdürülebilir değildi ama hiç olmazsa büyümeden elde edilen refah adil olmasa bile bir ölçüde topluma yansıyabiliyordu. Oysa zehirli büyümede kazanan sadece bir avuç imtiyazlı kesimdi” (s.173).
Tabii bu noktada özellikle enflasyon, büyüme ve işsizlik rakamları için kullanılan istatistiksel verilerin güvenirliliği tartışmasını da yapıyor. Büyümedeki kuşkular, enflasyon rakamlarının hesaplanması meselesinde adeta tavan yapıyor. Kişi başına gelir konusunda ise önemli bir noktaya da parmak basıyor.
“Kişi başına gelir hesabı yapılırken sadece kendi nüfusumuzu alıyoruz. Oysa son on yıldır Türkiye’ye geçici olarak geldiği söylenen sığınmacılar kalıcı oldu. Sayıları ise tam olarak bilinmiyor. Temmuz 2023’te Göç İdaresinin yaptığı bir açıklamada, illerdeki sığınmacı sayısının birçok ilde nüfusun yüzde 20’yi aştığı belirtilmişti. Kamuoyundaki genel tahmin sığınmacı sayısının 10 milyon kişiyi aştığı yönünde. Bu durumda kişi başına milli gelirimiz 2022 yılında 85 milyon nüfusa göre 10 bin 620 dolar seviyesinde iken 10 milyon sığınmacı ile 95 milyona bölündüğünde 8 bin 600 dolara düşüyor” (s. 175-176).
Bu bölüm içerisinde ülkenin son yirmi yılında ekonomi tablosunda yaşanan gelişmelere ilişkin ayrıntılı veriler ve cumhuriyetin daha önceki yıllarındaki ekonomik tabloda olup bitenlerin kıyaslamalarına da yer verilmekte. Servet transferinin nasıl gerçekleştirildiğinin yanı sıra özelleştirme ve kamu şirketlerine ilişkin değerlendirmeler de yine bu bölümde okuyucularla buluşmakta.
Onuncu bölüm son yirmi yılın kısa bir özetini içermekte. Neoliberalizmin Türkiye’ye biçtiği rolün bu dönem içerisinde ne gibi sonuçları ortaya çıkardığı bu bölümde tartışmaya açılırken eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki farklar üzerinde duruluyor:
“AKP iktidarı ile birlikte ekonominin yapısında da büyük bir kırılganlık oluştu. Kendi kendine yeten, kendi yağı ile kavrulan bir ekonomi büyük bir dış borç çıkmazının içine sürüklendi. Ayaklarının üzerinde duramaz hale geldi. Ekonomi artık dönemsel krizler yerine, kalıcı bir kriz sarmalının içine sürüklendi. Tamamen dış borca bağımlı bir yapı oluştu. Ekonomi büyüdükçe, borçların şiştiği cari açığın büyüdüğü hastalıklı bir yapı oluştu. İşsizlik, enflasyon kronikleşti…Toplum yoksullaştıkça, orta sınıf güç kaybettikçe, temel hak ve özgürlükleri aramaktan çok öncelikler açlıkla ve barınmayla mücadeleye kayıyor. Sadaka toplumuna dönüşüyor. Toplumun itiraz hakkı, iktidara rıza gösterme pasifliğine dönüşüyor” (s.195).
Kitabın ikinci kısmı Türkiye için çıkış yolu arayışları başlığını taşıyor. Ülkenin fabrika ayarlarına dönmesi ifadesinin öneminin yanı sıra bunun nasıl gerçekleştirilebileceğine ilişkin yazarın kişisel görüşleri yine bu bölümden başlayarak kitabın sonuna kadar okuyucular ile buluşturulmakta:
“Bu politikalarda acı ilacı, dar gelirlilere yıkmadan çözmek mümkündür. Devletteki kara delikleri neden olan hazine garantili köprü, otoyol, havaalanı, şehir hastaneleri ve kamu kurumlarının şatafat harcamalarında, asalak vakıflara aktarılan kaynaklardan kesintiler, kısıntılar ve iptaller yapılmalıdır. Bütçe harcamalarındaki kısıntıyla birlikte gerçekçi faiz ve para politikaları ile istikrar sağlanır. Bütçe harcamalarında elde edilecek tasarrufların bir bölümü, can suyu olarak tarıma ve hayat damarları kesilen emeklilere ve dar gelirlilere aktarılmalıdır…Toplumsal huzuru sağlamak için yapılması gereken ilk iş, aynı zamanda ülkenin bekasını da tehdit eden sığınmacı sorununu, hiç zamana yaymadan üç-altı ay gibi sürede çözmek ve gelenleri geri göndermektir” (s. 213-214).
Devletin yeniden inşası, cumhurbaşkanlığı, parlamento, yargı, dış politika, savunma, asayiş, insan hakları, ekonomide yeniden yapılanma, tanımlamalar ve kalkınma modeli, kamusal mülkiyet, temel haklar, sosyal devlet, planlama ve fiyat mekanizması gibi başlıklar aracılığıyla neler yapılması gerektiğine ilişkin görüşlere yine bu bölümde yer veriliyor.
Yazar, ekonomi politikalarının beş temel kolonu olarak adlandırdığı Eğitim-Planlama (tarım, turizm, enerji ve madenler, ulaştırma, lojistik)-Para politikaları-Sosyal devlet, vergi ve maliye ile son olarak Özelleştirme, kamulaştırma, hesap sorma, şeffaf devlet anlayışına ilişkin görüşlerini sıralamaktadır. Kitabın son sözünde ekonominin geleceğine ilişkin bir çıkarıma yer verilmektedir:
“Belki de yeni sınıfsal çatışma ya da toplumsal uzlaşma (sosyal barış) konusu ‘kamusal mülkiyet’ kavramı ve tanımlaması üzerinde olacak. ‘Ekonomi, merkezi plan ya da serbest piyasaya bırakılmaz. Yerini algoritmalar alır’ düşüncesi yeni bir sistem arayışına ve sisteme dönüşebilir. Üretim sürecinde makineler ve robotların egemen olduğu bir yapıda, başta yaşam hakkı ve özgürlükler olmak üzere insan hakları ve yeni bölüşüm ilişkileri yeni bir ütopya arayışları tartışılacak. Bu tartışma sürecinde milyonlarca insanın yok olma tehlikesi de gündemde kalacak. Yakın gelecekteki teknolojik gelişmeler, kısa vadede küçük bir siyasal grup ve şirketlerin faşizmine mi yoksa güçlü bir sosyal devlete mi dönüşecek? Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde, kısa vadede insanlığın ve demokrasilerin yanıt vermesi gereken soru bu. Ama bizim ilk yapmamız gereken şey, süratle içine çekildiğimiz Orta Çağ karanlığından kurtulmak, Türkiye Cumhuriyeti’nde Atatürk İlke ve Devrimlerini yirmi birinci yüzyıl şartlarına yeniden egemen kılmak” (s. 236).
Son derece doyurucu ve bir o kadar da öğretici bir çalışma var elimizde. Dipnotların gösterilmesi konusunda biraz daha farklı bir yolun izlenebileceği eleştirisi ile yazı içerisinde belirtmiş olduğum zaman zaman büyük sıçramaların olması hususunu bir kenara koyduğumuzda çalışmanın Türkiye’nin ekonomik serüveninin başlangıcından günümüze kadar nasıl bir seyir izlediğini öğrenmek isteyenler açısından ufuk açıcı olduğunu söyleyebilirim. Çalışmanın sunuş kısmında Bilsay Kuruç hocamızın belirtmiş olduğu Türkiye’de son yirmi yılda ortaya çıkan gelişmelerin toplumsal hayatımıza olduğu kadar siyasete ve kültüre olan yansımalarına ilişkin de çok daha fazla sosyolojik çalışmaya ihtiyacımız bulunuyor. Ekonomik alanda yaşanan büyük erezyon toplumsal hayatın içerisinde müthiş karşıtlıkları oluşturmuş olduğu gibi değerler skalasında da büyük oynamalara yol açmakta. Bu durumun ülkenin insan kaynağı üzerinde olduğu gibi ahlak ve geleceğe ilişkin beklentiler hususunda da müthiş etkilerinin olduğunu kafamızı çevirdiğimiz her noktada rahatlıkla görüyoruz. Müthiş bir vasatlaşma ve bu vasatlaşma ile ortaya saçılan gücün etrafında her şeyi yapabileceğini zannedenler topluluğu ile karşı karşıyayız. Ekonomi ve hukukun devre dışı kalması ahlakın ve çürümenin de devasa boyutlara ulaşmasına yol açıyor. İşte Meriç Köyatası bu gidişatın nasıl sona erdirilebileceğine ilişkin kendi görüşlerini ortaya koymak suretiyle farklı bir bakış açısının mümkün olabileceğini ortaya koymuş oluyor.
* Meriç Köyatası ‘Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Türkiye’nin Fabrika Ayarları Ekonomide Karşı Devrim’ Naviga Yayınları, İstanbul, 2024
Türkiye’nin ilk basketbol spikeri olan büyük Karşıyakalı Necat Kuymulu ağabeyimizi çarşamba günü toprağa verdik, ruhu şad olsun. Ailesi ve tüm sevdiklerinin başı sağ olsun.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.