DOLAR 32,9158 0.12%
EURO 35,2068 -0.24%
ALTIN 2.449,05-0,10
BITCOIN 2015905-0,31%
İzmir
32°

AÇIK

17:12

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Ahmet Talimciler Talimciler

Ahmet Talimciler Talimciler

21 Haziran 2024 Cuma

    Sağduyumuzu Yitirdikçe Daha Çok Kutuplaşıyoruz!

    Sağduyumuzu Yitirdikçe Daha Çok Kutuplaşıyoruz!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yaşadığımız bütün sorunları kangren haline dönüşmeden konuşmayı ve ortak müştereklerde buluşmayı öğrenmek zorundayız. Sözün gücünü uzun bir zamandır boşladığımızın ve birbirimize olan saygıyı ve sevgiyi yok saydığımızın farkındayım. Ortak bir geçmişe sahip olmamız kadar birlikte bir gelecek tahayyülü kurabiliyor olmamız da çok ama çok önemli bir meseledir. 

    Yaşanan her olayın krize dönüştüğü bir ülkede yaşıyor olmanın zorluklarını her geçen gün biraz daha fazla hissediyoruz. Geçmişten farklı olarak bu kez kutuplaşmanın keskinliği yüzünden işin içerisinden çıkabilmemiz çok daha zor gerçekleşiyor. Ortak payda etrafında buluşabilmenin giderek olanaksız hale dönüştüğü bir toplumsal iklimde yaşamaya çalışıyoruz. Gücün her biçimde öne çıkartıldığı bu zihniyet dünyasında, şekilsel anlayışların altı çiziliyor buna karşın her yapılan yapanın yanına kâr olarak kalmaya devam ediyor. Böylesi bir anlayış ise ortak bir birliktelik algısını da paramparça etmeye başlıyor. “Aynı gemideyiz” sloganları sadece slogan olarak kalıyor ve yaşanan bütün olağanüstü felaketlerde bu durum bir kez daha yüzümüze çarpıyor. Deprem gibi bir doğal afette bile ayrışmayı başarabiliyoruz ve yaşanan doğal felaketlerin yansımalarını bile ideolojik bir hale dönüştürebiliyoruz. Böylesi bir yaklaşım sonrasında ise yapılan her uygulama karşısında içinde bulunulan ideolojik zırh üzerinden olup bitenleri değerlendirmeye girişiyoruz ve topyekûn bir olumlama veyahut olumsuzlama davranışı ile olup bitenleri ele alıyoruz.

    Toptancı yaklaşımların kendi cemaatimizin saflarını güçlendirirken içinde bulunduğumuz toplumsal hayatı güçsüzleştirdiğini bir türlü idrak edemiyoruz. Yıllar içerisinde pek çok duygumuzu kaybettik ve her kaybettiğimiz duygu ile biraz daha fazla içe kapanır hale dönüşmeye başladık. Besim Dellaloğlu‘nun “Sosyolojik Basiret*” isimli çalışmasında-bu çalışmaya ilişkin bir tanıtım yazısını önümüzdeki günlerde sizlerle buluşturacağım-Ahlakın Sosyolojisi, Haysiyetin Sosyolojisi ve Şahsiyetin Sosyolojisi başlıklı üç yazıda içinde yaşadığımız toplumda bu konuda yaşanan dönüşümü ve bunun sonuçlarının neler olabileceğini net bir biçimde gözler önüne seriyor.

    Ahlakın Sosyolojisi isimli yazısında ahlakın sorumluluk olduğunu belirterek giriş yapar ve ahlakçılığın çoğu zaman çoğunluğun azınlığa olan baskısı olduğu saptaması ile devam eder:

    “…Mahalli, yerel, ideolojik ahlak olmaz. Ahlakı sadece kendi ideolojisinden olanlardan ibaret bir evren için geçerli sayan biri aslında çok özel bir biçimde ahlak-sızdır… Bir toplumda aşırı siyasallaşma, kutuplaşma var olan ahlakı da çürütür. Çünkü ahlaki ilkeyi uygulamaya layık bulduğunuz beşerî evren daraldıkça ahlaki evren de daralır. İyi olmaya sadece ailenize yakın arkadaşlarınıza, partidaşlarınıza layık görüyorsanız ahlaktan tamamen kopmuşsunuz demektir. Bir toplumda iyilik ve kötülük ideolojik olarak kataloglanıyorsa o toplumda ahlak yoktur” (s.161-162).

    Haysiyetin Sosyolojisi isimli yazısında haysiyetin doğuştan elde edilemeyeceği gibi doğuştan kaybedilemeyeceğini de vurgulamaktadır:

    Haysiyet, tarihseldir, kültüreldir, sosyolojiktir, hatta sınıfsaldır, ilişkiseldir… Haysiyet ya da haysiyetsizlik kişinin kendisiyle ve tüm dünyayla ilişkisinden dolayımlanır… Bir dine, bir mezhebe ait olmanız sizi otomatikman haysiyetli yapmaz. Kendinize göre çok doğru bir ideolojiye inanıyor olmanız da. Sizi haysiyetli kılan eğitiminiz, diplomalarınız değildir. Cüzdan da bir insana genellikle haysiyet katmaz. Çok ünlü bir film yıldızı ya da futbolcu olmanız da sizi otomatikman haysiyetli kılmaz. Milyonlarca oy alan bir siyasetçi olmanız da. Haysiyet bütün bunlarla ne yaptığınız, yaptıklarınızı nasıl yaptığınızla ilgilidir. Yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da elbette… Hukukun gücünün etkin olduğu toplumlar daha haysiyetli toplumlardır. Gücün hukukunun egemen olduğu toplumlar ise göreli olarak daha haysiyetsizdirler. Otoriter, totaliter rejimler ise toplumda haysiyet bırakmaz. Lider tüm haysiyetleri ezer, geçer. Çevresindekilerin haysiyetlerini emer ve onları haysiyetsizleştirir. Güç temerküzüne çok yakın olmak haysiyetini korumanın en iyi yöntemi değildir. Mesafe iyidir. Hatta mesafe haysiyettir” (s.164-166).

    Şahsiyetin Sosyolojisi başlıklı yazı ise şahsiyetin ilişkisel olduğu yani her birimizin şahsiyetinin tüm ötekilerle birlikte var olduğu noktasıyla başlar:

    Şahsiyet, biraz da kimliğe rağmen gelişir. Çok güçlü kimlikler insanı şahsiyetsizleştirir. Cemaat daha çok kimlik, cemiyet ise daha çok şahsiyettir… Cemiyet şahsiyetli bir cemaattir. Cemaat ise yeterince şahsiyet üretemeyen bir cemiyettir… Kitle toplumu denen şey bir anlamda cemiyetin cemaatleşmesidir. Kitle toplumu örgütlü şahsiyetsizliktir, çünkü özne kitle içinde kaybolur. Kitle, toplumun insanın kurdu olduğu bir insanlık halidir” (s.168-169).

    Aslında bu bölüm çok daha fazla üzerinde durulmayı ve yorumlanmayı hak ediyor:

    Cumhuriyet aynı zamanda liyakattir. Liyakatin güçlü olduğu yerde kimlikler baskın olmazlar. Liyakat şahsiyet üretir. Oturduğu koltuğa liyakatle gelen birinin, onu atayana karşı gerektiğinde dik durabilme imkânı şahsiyettir. Mutlak sadakat, her emri yerine getirmek ise şahsiyetsizliktir… Risk, kriz, zorluk hem şahsiyet üretir hem de şahsiyetsizlik. Zor zamanlarda bükülmeyenler şahsiyetlidir. Zor zamanlarda yamulanlar ise şahsiyetsiz… Hem ahlak hem haysiyet ve hem de şahsiyet onlara kıymet veren toplumlarda daha fazla gelişirler. Dolayısıyla bireysel özellikleriyle rejimler arasında sıkı bir ilişki vardır. İnsan kalitesiyle, rejim kalitesi birbirinden asla bağımsız değildir. Ve bu ilişki iki yönlüdür de. Kaliteli rejimler kaliteli insanlar üretir. Kaliteli insanlar kaliteli rejimler inşa eder” (s.170).

    Bu alıntılar ışığında son bir ay içerisinde yaşadıklarımızı bir kez daha gözlerinizin önüne getirin. Müfredat tartışmaları başta olmak üzere hayvanlara ötanazi uygulanması tartışmasını, ifade özgürlüğünün sınırlarının nereye kadar uzanıp uzanamayacağı meselesini ve mezuniyet törenine alınma/alınmama üzerinden bir kez daha hayatlarımıza dahil edilen kıyafet üzerinden cumhuriyet ve laiklik tartışmalarına odaklanın.

    Demokratik rejim ve uygulamalar adı altında hayata soktuklarımızın yanı sıra bir arada yaşama irademizi ve bütün bunları birlikte yürütebilme hallerimizi yeniden gözden geçirmek durumundayız. Aksi halde her attığımız adımla birlikte biraz daha fazla kamplaşacağımızı ve birbirimizi daha fazla ötekileştireceğimizi görmek durumundayız. Bu ise şu an iktidarda olanların işine geliyor gibi gözükebilir ancak onların yönetebilmeleri için de yeterli olmayacaktır. Bu yüzden yaşadığımız bütün sorunları kangren haline dönüşmeden konuşmayı ve ortak müştereklerde buluşmayı öğrenmek zorundayız. Sözün gücünü uzun bir zamandır boşladığımızın ve birbirimize olan saygıyı ve sevgiyi yok saydığımızın farkındayım. Ortak bir geçmişe sahip olmamız kadar birlikte bir gelecek tahayyülü kurabiliyor olmamız da çok ama çok önemli bir meseledir. Yaşadıklarımızın birbirimizi örselemesine ve gücün her türlü sesi bastırmasına müsaade etmemek durumundayız. Bu ise sağduyulu seslerin daha çok yükselmesi ve ortak aklı işletebilecek uygulamaların dolaşıma sokulması ile mümkün hale dönüşebilir. Yıllar içerisinde ben yaptım oldu mantığı ile alınan kararların yarattığı tahribatları fazlasıyla yaşadık/yaşamaya devam ediyoruz. Bu yüzden de sadece yapılmış olması için yapılan uygulamalardan vazgeçilmeli ve bu konuda ilk adımı gücü elinde bulunduran iktidar atmalıdır. Kamuoyunun hassasiyetlerini göz önünde bulundurduğunu göstermeli ve başta müfredat tartışması olmak üzere toplumun farklı kesimlerini ilgilendiren hayvanlara yönelik düzenlemeler olmak üzere pek çok konuda sağduyuyu ön plana almak suretiyle kutuplaşmanın önünü kesmelidir.

    Devamını Oku

    Futbol Panteonlarındaki Tanrılar!

    Futbol Panteonlarındaki Tanrılar!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ülkemizdeki bitmeyen futbol tartışmaları karşısında futbolun bambaşka yönleri ve hikayeleri de bünyesinde barındırmakta olduğu gerçeğini bir kez daha hepimize göstermeyi başardığı için kendisini yürekten kutluyorum…

    Bir toplumsal kurum, toplumdaki düzenin birçok yönünü özellikle günlük yaşamımızın şekillenmesinde etkili olan değerleri, beklentileri, ilgileri, çıkarları tanımlar. Ayrıca, bu toplumsal kurumlar bireyin toplumda nasıl davranması, tavır göstermesi konusunda eğitici bir fonksiyona da sahiptirler. Bir toplumsal kurum olarak spor da bu fonksiyonları yerine getirmektedir. Ayrıca spor, iş dünyasını, kitle haberleşmesini, televizyonu, giyim endüstrisini, sosyal prestiji, reklam ve propagandayı, uluslararası ilişkileri ve buna benzer uğraşları da etkileme gücüne sahiptir. Sporu anlayabilmenin ve açıklayabilmenin yolu, sporun içinde yapıldığı toplumun ideolojik ve kültürel yapılarını anlamaktan geçecektir. Aksi takdirde spora yönelen her türlü anlama edimi, sporun toplumsal yaşam ile kurmuş olduğu bağlantı içerisinde yerine getirdiği işlevleri ve ilişkileri değil, sadece görünen sportif etkinlikleri ve sonuçları açıklayabilecektir.

    Toplumun ideoloji üreten kurumları arasında bir karşılıklılık söz konusudur ve bu kurumlar toplumdaki iktidar örgütlenmesinin birer parçası olarak ortak duyunun inşasına katkıda bulunurlar. Geniş kitleleri etkisi altına alabilme gücü nedeniyle sportif etkinlikler özellikle de büyük organizasyonlar (olimpiyat oyunları, dünya futbol şampiyonası, şampiyonlar ligi organizasyonu gibi) toplumsal yaşam için ortak duyunun ve birlikteliğin yaratılmasında etkilidirler. Özellikle uluslararası futbol karşılaşmaları (zaman zaman birbirine düşman ülkeleri bir araya getirebilmektedir) sırasında ulusal kimlik ve beraberliğe yapılan vurgu üst düzeylere ulaşmaktadır.

    Spor ve din kurumu arasındaki ilişkilerde, diğer toplumsal kurumlarla olan ilişkilerde olduğu şekliyle karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Spor, insanoğlunun davranış ve kendini ifade etme biçimlerinden birisi olarak dinle doğrudan bağlantı halindedir. Din ise sporun geniş kitleleri etkileme ve hitap etme gücünü özellikle sanayi devrimi sonrasında çeşitli kulüplerin kurulmasına öncülük ederek kullanmıştır. Aslında her iki kurumda insanların kendilerini huzurda hissetme, mutlu olma ve çevresindeki insanlar ile ortak bir payda altında bulunma duygusunu güçlendirmektedir. “Din, kutsal fikrine dayalı olan ve müminleri bir sosyo-dinsel topluluk içinde birleştiren bir inançlar, semboller ve pratikler(ritüeller) kümesidir (Marshall,1999)”. Günümüzde spor özellikle de futbol bir nevi din haline gelmiştir, müsabakaların oynandığı stadyumlar modern tapınaklar ve oynanan müsabakalarda bu dinsel ritüelin parçaları haline dönüşmüştür. Taraftarlar için takımlarının renklerini taşıyan bayraklar, geçmişten gelen semboller gibi değerlendirilmekte ve onların renkleri, bayrakları kutsal birer ikon haline gelmektedir. Arjantin’de ünlü futbolcu Maradona’ya tapanlardan kurulu bir cemaat oluşmuştur. Arjantin ve Brezilya’da futbol tutkusu taraftar mezarlıklarının kurulmasına kadar ileri götürülmüştür.

    Futbolun hem mekteplisi hem de alaylısı olan sevgili dostum Müslüm Gülhan‘ın son kitabının başlığı ile sizlere hitap etmek istedim. Kitabın girişinde yer alan fotoğrafta ise antik Yunan’dan günümüze dek anlatıla gelen Sisyphos (Sisifos) efsanesine göndermede bulunulmaktadır. Sisyphos, Yunan mitolojisinde yer altı dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlanmaya mahkûm edilmiş bir kraldır. Ancak kaya, en yüksek noktaya geldiğinde yeniden aşağıya yuvarlanmaktadır. İşte bu söylencenin futbola uyarlanmış halini içeren görselde, futbol topunu yukarıya doğru çıkartmakta olan bir kişiyi görmekteyiz. Futbolu ve futbolun yıldızlarını içinde yaşanılan dünyanın bambaşka bir aşamasına oturtulması sonrasında futbolun yıldızlarının adeta çok tanrıcı yaklaşımın birer örneğine dönüştürülmesi ile karşı karşıya bırakıldık. Stadyumlar ve o stadyumların müdavimlerinin oluşturduğu kitle tarafından söz konusu mitler hızla dolaşıma sokuldu ve bazı futbolcular, çok daha farklı şekillerde anılmaya başlandılar. İşte sevgili Gülhan bu son çalışmasında önce politeizmden bahsediyor:

    Politeizmdeki önemli bir nokta, birçok tanrıya tapınmanın her şeyi bilen ve her şeyden güçlü bir ilahi varlığa inancı da içerebilecek olmasıdır… Politeisteik panteonlarda, tanrıların birden çok ismi olabilir ve her isim tanrının belirli bir rolüne veya hikayesine gönderme yapıyor olabilir. Edson Arantes do Nascimento isminin yetenekleri ve bu yeteneklerin insanları etkileme kudreti karşılığında tanrısal bir boyuta ulaştığı zaman ve bu anlamda kabul gördüğü zaman ‘Pele’ adını aldığı gibi. Politeizmin genel prensipleri arasında tanrılarının sayısının belirsiz olması ve her tanrının kendine özgü görevlerinin bulunması vardır. Maradona’nın ‘tanrının eli’ yetkisini aldığı gibi. Politeizm dönemindeki tanrılara aşama aşama aile, kabile ve şehir ve ulus tanrılarına dönüştüğü düşünülmektedir. Bir sonraki aşama ise tanrılara soyut sıfatlar verilmesi, panteonda yer alan diğer tanrıların isim, sıfat ve eylemlerinin baş tanrılarda toplanmasıdır. Cruyff’un ‘Sarı Fare’, Beckhanbauer’in ‘İmparator’, Eusebio’nun ‘Kara Panter’, Boby Charlton’un ‘Sir’, hakiki Ronaldo’nun ‘Fenomen‘… (s.11-12).”

    Bir sonraki bölümde futbolun bir ayin olduğu fikrini açıklama yoluna gidiyor:

    Futbolu ben bir illüzyon olarak görüyorum aslında; spor olarak görmüyorum artık. Bir hayal dünyası, her şeyimizi aktardığımız bir hayal dünyası. Bütün duygularımızı, bütün zihinsel becerilerimizi deneyebileceğimiz, sınayabileceğimiz bir hayal dünyası. Futbol bu seviyede bir bilgisayar oyunu gibi…Kollektif bir psikoterapi seansı. Kolektif, on binlerce, yirmi binlerce, elli binlerce kişinin bir arada olduğu büyük bir şey. Ben bunu bir ayin olarak değerlendiriyorum. Bir maç değildir, ayindir. Bu eski çağların din ayinleri gibi ayin. Dionysos ayinleri gibi ayin, kendimizden geçtiğimiz, serotonin tavana vurduğu, dopaminin fırladığı, adrenalinin, yükseldiği bütün hormonlarımızın ortada olduğu ve her şeyin özgür olduğu bir ayin…Bu ayinler bana futbolun modern bir din olduğunu düşündürüyor. Modern bir din. İlkel toplumların dinleri gibi, çok tanrılı bir din. Tanrılarımız futbolcularımız ama değişiyor sezonluk”. (s. 13-14).

    Gülhan’a göre futbolun ilahi bir boyut kazanmasındaki gerekçelerden en önemlisi: Futbolun sadece futboldan ibaret olmamasıdır. Çünkü hayat futbol sahasına çok benzer ve toplumda öne çıkan farklılıklar sahada yok olabilir.

    Afrika’yı İncil ile ele geçiren güneşli imparatorluk, Güney Amerika’yı da doğal kaynakları sömürülmesine karşı futbol topunu vererek ülkeleri ele geçirmeye çalıştı…1930 dünya kupası finalinde dünyada hiç kimsenin haritada dahi yerini bilmediği bir ülke şampiyon olmuştu. Uruguay’ın bir özelliği de o dönem içinde herkesin kınamasına rağmen, siyah oyuncuları oynatması ve farklılık gözetmemesiydi. Hatta o dönemde Brezilya’da siyah oyuncular yüzlerine beyaz olması için birçok bitki sürerken Uruguay bu olayı o zamanlarda aşmıştı.” (s.23).

    Kitabın içinde aslında futbol tarihi finallerinin en dramatiği olan 1950 Dünya kupasındaki Brezilya-Uruguay karşılaşması önemli bir yer tutuyor. Uruguay’ın 1920’li yıllardan itibaren futbol dünyasında adım adım gerçekleşen yükselişinin önce olimpiyat oyunlarında ardından ev sahipliğini üstlendiği 1930 dünya kupasında ve 1950 yılında Brezilya’da düzenlenen kupadaki şampiyonluğunun izlerini sürüyor:

    Maçın ikinci golünü atıp Uruguay’ı şampiyon yapan Ghiggia’nın maçın sonunda söylediği söz anlamlıydı: ‘Maracana’nın sesini üç kişi kesmişti Papa, Frank Sinatra ve ben’… Ghiggia bir demecinde ‘2000 yılında Rio’ya çağrıldım. Havaalanında pasaportumu kontrol eden kız 23-24 yaşlarındaydı. Bir pasaporta bir de bana uzun uzun bakıyordu. Sonunda dayanamayıp ‘bir sorun mu var?’ diye sordum. Kız ise soruma cevap vererek ‘siz o Ghiggia mısınız?’ dedi. Kızın bu sorusuna çok şaşırmıştım. Çünkü 1950’yi hatırlamak için çok gençti. Ardından ‘1950’ler çok gerilerde kaldı’ dedim. Kız ise elini omuzuma koyarak şunları söyledi: ‘Brezilya’da biz o günü her gün yüreğimizde hissediyoruz” (s. 29).

    Kitabın içerisinde George Best, Eusebio, Zidane, Brezilyalı fenomen Ronaldo, Totti, İniesta gibi isimlere yer veriliyor. 1974 dünya kupası finalinde karşı karşıya gelen Beckenbauer ile Cruyff arasındaki mücadeleyi özgün kılan husus için iki büyük ilahın aynı anda karşı karşıya oynuyor olmalarına vurguda bulunuluyor. Bu oyuncuların her birinin gerek kulüp takımları düzeyinde gerekse de ulusal takımlar ile kazandıklarına yönelik örnekler okuyucularla buluşturuluyor. Futbolun 1934 ve 1938 yıllarındaki dünya kupası organizasyonlarında İtalyan faşist lider Mussolini tarafından nasıl kullanıldığı anlatıldıktan sonra 1978 Arjantin dünya kupasının yine bir başka diktatör Videla tarafından nasıl amaçlarının gerçekleştirilmesinde aracı bir rol üstlenmiş olduğu üzerinde duruluyor. Pele ve 1970 dünya kupasından söz edilirken ise Meksika’nın Azteca stadyumunun on altı yıl ara ile dünya futbolunun iki büyük efsanesine ev sahipliği yapmış olmasının altı kalın çizgiler ile çiziliyor:

    Azteca stadyumu panteon olarak hem tarihsel 11 olan Brezilya milli takımına hem de ilahi ve doğaüstü yeteneklere sahip bir oyuncu olan Pele’ye ev sahipliği yapıyordu. Ve Azteca panteon olarak bu değerini ikinci kez, 1986 yılında Maradona ile üst düzeye çıkaracaktı” (s. 49).

    Pele’nin ulusal kimlik içerisinde elde ettiği başarılarına vurgu yapılırken, bir futbolcunun ülkenin en önemli milli değeri olarak ilan edilmesi konusunu da işlemek gerekir. Brezilya devletinin aldığı karar nedeniyle Pele, kendisinden sonrakilerden farklı olarak sadece Brezilya’da futbol oynamak zorunda kalmış ve milli takımlar düzeyinde üst düzey bir kariyere imza atmıştır. 1970’li yılların ortasında Amerika Birleşik Devletlerindeki Cosmos takımında yer almış ve yönetmenliğini John Huston’un yaptığı 1981 yapımı Zafere Kaçış filminde rol almıştır:

    Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcularından biri olarak kabul görmektedir. İlk dünya şampiyonluğunu 18 yaşındayken 1958 yılında yaşadı. Futbol kariyerinde 1281 gol atarak kırılması çok zor bir rekora imza atmıştır. Bununla beraber Pele, kariyeri boyunca 6 defa bir maçta beşer gol kaydederek ayrı bir başarıya daha imza atmıştır. 30 defa da bir maçta dörder gol kaydeden Pele tam 92 maçta da hat trick yapmıştır. Nijerya’nın Pele’nin maçını izlemek için Biafra ile yaptığı savaşta 2 günlük ateşkes ilan edilmiştir…Bir başka olay da Brezilya liginde oynanan bir maçta Pele’nin oyundan atılması sonrası taraftarlar isyan etmiş ve hakemi zor durumda bırakmıştır. Bunun üzerine Pele 15 dakika sonra oyuna tekrar dönmüştür. Bu olayda en dikkat çeken şey ise hakem hakkında hiçbir cezai işlem uygulanmaması hatta hakemin takdir edilmesidir” (s. 53-54).

    Dünya futbol tarihinin belki de en çok şampiyon olmayı hak eden Brezilya milli takımı 1982 kadrosuydu ve bu kadronun Sokrates isimli son derece farklı ve bir o kadar da kendine özgü bir şahsiyet olan müthiş bir kaptanı vardı. Yazara göre Sokrates, panteondaki filozoftur:

    Sokrates 1982 takımını şöyle yorumlayacaktı: Bu takım, hayal gücü, idealizm ve şiir birleşimiydi. İnsanlar onların hayallerini yansıttığımız için bizi izlemeye geliyorlardı. Futbol sahasında güzellik, zaferden önce gelir… O maç, Dünya Kupasının en iyi maçıydı. İtalya da son derece iyi oynamıştı. İnsanların net hatırlamadığı bir şe bu. Ama gerçek şu ki; o Brezilya büyüleyiciydi. Diğer bütün takımlardan ayrı bir yerdeydi. Ve belki de kaybetmemizdeki trajedi, maçı unutulmaz kıldı. Ölçülemezlik… En güzel takım kupayı kazanamadı ama muhtemelen kazanmak, en önemli şey de değildi. Evet bence kazanmak hiçbir şeydir…Sadece alnında taşıdığı bandana değildi onu şimdiki futbolculardan farklı yapan. Onu farklı kılan özgür ve eşitlikçi bir toplum arayışında olmasıydı” (s.81-86).

    Kitabın en özel yerlerinden birisi ise 1986 Azteca stadyumunda gerçekleşen ‘Tanrının Eli’ isimli olay ve olayın kahramanı Maradona’ya ayrılan bölümdür:

    İki farklı tarihte ve tarihin görebileceği en yetenekli ilahi kişilerin yeteneklerini seyretme ve zaferlerine şahit olmak, her stadyumun veya her ülkenin harcı değildir. Bu büyük bir ayrıcalıktır. Azteca Stadyumu, 1970 yılında 107 bin 412 seyircinin izlediği ve Brezilya’nın İtalya’yı 4-1 yendiği maça ve 1986 yılında 114 bin 600 seyircinin izlediği ve Arjantin’in Almanya’yı 3-2 yendiği final maçlarına ev sahipliği yapmıştı. Bu panteonlar arasındaki en büyük ayrıcalıktı. San Paolo Stadı Maradona için panteon, İtalya için sınıfsal alandır…Napoli’nin ilk şampiyonluğu sadece futbol açısından bir kilometre taşı değildi, aynı zamanda sosyo-politik bir bağlamı da vardı. Şehir mezarlığında bulunan bir duvar yazısı her şeyi özetliyordu: ‘Çocuklar! Neyi kaçırdığınızı bilmiyorsunuz!’… 1990’daki yere seçimlerde oy pusulalarına ‘Viva Maradona’ yazıldı, saçından bir parça yerel bir tapınakta güvenli bir şekilde korunuyor, yüzü Napoli’deki duvarların birçoğunu hala süslüyor. İşler o duruma gelmişti ki 1990 Dünya kupasına ev sahibi İtalya ile yarı finalde, Napoli’de karşılaşan Arjantin deplasmanda değil kendi evindeydi! Çünkü stadı dolduran Napolililer, İtalya’yı değil Arjantin’i destekliyordu!..Bugün Napoli’de doğan ve Maradona’yı hiç canlı seyredememiş bir çocuk bile onu ‘ilah’ olarak benimsiyor… La Bombonera, Arjantin’in Buenos Aires şehrinin La Boca bölgesinde yer alan ve Arjantin’in köklü kulüplerinden Boca Juniors’un 49 bin seyirci kapasiteli iç saha maçlarını oynadığı stadyumun girişinde şu yazı yer alır: Boca dinim, Maradona tanrım, Bombonera ise mabedim” (s.89-94).

    Kitabın sonunda Türkiye’den üç önemli isme yer veriliyor ancak onlardan önce dünya futbolunun son on beş-yirmi yılına damgasını vuran iki ismi ayrıntılı olarak okuyucular ile buluşturuyor: Lionel Messi ve Christiano Ronaldo:

    Arjantin toplumunda Messi, Maradona’dan daha az saygı görüyor, bu sadece milli takımda sağladığı eşit performansların değil, aynı zamanda sınıf, kişilik ve arka plandaki farklılıkların da bir sonucu. Messi bazı yönlerden selefinin antitezidir: Maradona’nın gecekondu mahallerinden büyümesinden dolayı, dışadönük tutumundaki sertliği, tartışmalı bir karakter olmasının yanında, Messi, futbol dışında bu konular için yani dışa dönük tutumlardan dolayı harikulade olmayan bir adamdır…Bütün bu başarılarının ve ona duyulan hayranlığın arasında Messi saygı duyulacak biçimde mütevazılığını koruyor. ‘Kendimi tarihin en iyisi olarak düşünmüyorum. Ben sadece başka bir oyuncuyum’ diyor ve ekliyor, ‘Maç başladığında, sahada hepimiz aynıyız” (s. 151).

    Çok zorlu koşullarda başlayan futbolculuk hayatına başarılar dolu bir kariyer sığdıran Ronaldo ise İngiltere’de Manchester United ile yükselen kariyerini Real Madrid ve Juventus’ta şampiyonluklarla süsleyerek üç büyük ligde şampiyon olan ilk futbolcu oldu. Halen Suudi Arabistan’da futbolculuğunu sürdürmekte olup bu yazının yazıldığı saatlerde İrlanda ile oynanan hazırlık karşılaşmasında iki güzel gole imza atma başarısını göstermiştir. Avrupa şampiyonasında milli takımımızın rakibi olan Portekiz milli takımın kaptanıdır:

    Ronaldo, Nepal’de 8 binden fazla insanı öldüren depremden sonra yardım çabalarına 5 milyon sterlin bağışladıktan sonra, 2015 yılında dünyanın en hayırsever sporcusu seçildi. Haziran 2016’da Ronaldo, Real Madrid’in 2015-2016 Şampiyonlar Ligini kazanmasının ardından 600 bin sterlin Şampiyonlar Ligi priminin tamamını bağışladı. Ağustos 2016’da Ronaldo, katılımcıların birkaç farklı kıyafet ve pozdan birinde bir selfie çekmesine izin veren Çocukları Kurtarmaya yardım etmek için yardım amaçlı bir selfi uygulaması olan CR7Selfie’yi başlattı” (s. 169).

    Kitabın son üç futbolcusu ise bu toprakların örnek isimleri olan Baba Hakkı (Yeten) Sinyor Can Bartu ve Taçsız Kral Metin Oktay. İlk ele alınan isim Beşiktaş’ın efsanevi kaptanı Hakkı Yeten’dir. “Toplumların karakteristik özellikleri, kültürleri futbol sahasına yansıyarak onların oyun stillerini ve prensiplerini oluşturur. Bizim için bu kültürün en anlamlı zaman dilimini, cumhuriyet dönemiyle, o sürecin içinde yaşamış ve tüm olguları bizzat yaşamı insanların ortak davranış modellerinde görmekteyiz… Baba Hakkı, Beşiktaş tarihinin en önemli futbolcusudur… Şeref Bey’le birlikte Beşiktaş’ın iki sembolünden birisidir ki o yüzden Beşiktaş demek ‘Şeref’inle Oynamak, Hakkı’nla Kazanmak’ demektir” (s. 171-180). Türkiye spor tarihindeki en özel isimlerden birisi hiç kuşkusuz Can Bartu’dur:

    Başta Fenerbahçe olmak üzere spor tarihinde aynı takımda hem basketbol hem de futbol oynayan Bartu, Türk Milli takımı formasını hem basketbol hem de futbol sporunda giyen ilk ve tek sporcudur. Bartu, aynı gün içinde Galatasaray’la oynanan basketbol maçında 28 sayı kaydederken, Dolmabahçe’de oynanan futbol maçına çıkmış ve bir gol atmış bir oyuncudur” (s. 181).

    Kitabın son ismi ise bugün hala etkisini sürdürmeyi başarabilen Metin Oktay’dır:

    Sadece sahada ne yapmasını bilen bir kişilikten bahsetmiyorum, esası saha dışında başlayan ve sahada sadece bu kurgunun parçası olan erdemli bir yaşamdan bahsediyorum. Can Bartu ile Metin Oktay bu değerlerin çok önemli temsilcileriydi. Bu dönemdeki futbolcularla beraber Metin Oktay’ın tüm bu değerleri yaşamasının yanında, değişimleri de bizzat içinde yaşayan biri olarak, tüm farklılıkları uygulama fırsatıyla gelişimin içinde bulunmuş ve spor alanında sahip olduğu tüm değerleri kullanarak toplumsal bir misyonunu da yerine getirmiştir… Metin Kurt, Metin Oktay’ şu sözlerle anlatmıştır: Türk futbol tarihinin taraflı tarafsız tüm sporseverleri için Metin Ağabey efsane bir isimdir. Özel yaşamında tüm insanlara karşı derin bir sevgi beslemiş, her zaman da dara düşen sporcuların ve dostlarının hızır gibi imdadına-maddi veya manevi-yetişmiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamına karşı yürütülen imza kampanyasına katılarak onların verdiği mücadeleye karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermiştir. Onun bu yanını insanlarımızın çok azı bilir” (s.189-194).

    Sevgili Müslüm Gülhan’ın son derece akıcı ve bir o kadar da keyifli anlatımları ile süslenmiş yazıları okumanızı öneririm. Ülkemizdeki bitmeyen futbol tartışmaları karşısında futbolun bambaşka yönleri ve hikayeleri de bünyesinde barındırmakta olduğu gerçeğini bir kez daha hepimize göstermeyi başardığı için kendisini yürekten kutluyorum.


    Futbol Panteonlarındaki Tanrılar İki Kaleli Çoktanrılı Oyun-Müslüm Gülhan, Sancı Yayınları, İstanbul Mayıs 2024

    Devamını Oku

    Ergen Yönetici Profilini Aşamamak!

    Ergen Yönetici Profilini Aşamamak!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türkiye’de futbolun pek çok konunun üstünü örttüğü söylenegelen bir rivayettir. Öte yandan yine futbolun içindeki yöneticilerin oynanan karşılaşmalar sonrasında birer ergen profiline dönüşmesi halini ise son zamanlarda sıkça yaşamaya başladık. Cumartesi gecesi Kayseri’de takımı aleyhine verilen kırmızı kart sonrasında sahaya inen kulüp başkanının tüm engellemelere karşın bir türlü durdurulamadığı görüldü. Üstelik sahada yine hakem olarak Halil Umut Meler görev yapmaktaydı. Çok değil yaklaşık altı ay kadar önce söz konusu kulüp başkanının da aralarında olduğu kulüpler birliği yönetimi eski Ankaragücü kulüp başkanını helalleşme için toplantısında konuk etmişti. Kulüp yöneticilerinin de aralarında bulunduğu bir grup “timsah gözyaşları dökerek” hakeme yapılan saldırıyı kınamışlardı. Verilen kararın sonrasında sahaya inip hakeme haddini bildirme hakkını kendinde gören zihniyete ne ceza verileceğini hep birlikte göreceğiz! Bu durumun cezalarla da çözülemeyeceğini çünkü balığın baştan koktuğu bir anlayışın ülke futbolu yönetiminde egemen olduğunu söylemek durumundayız. Kayserispor kulübü başkanı Ali Çamlı maçın bitiminde şu ifadeleri kullandı:

    “Sezon başından beri hakemlerle ilgili efendiliğimizi muhafaza ettik, yeter. Bu kadar gözün önünde dokununca kırmızı kart veriliyorsa bu futbol oynanmasınHakemler kendilerine çekidüzen verecek, akıllarını başlarına alacaklar. Buradan evlerine ekmek götürüyorlar. Bu ekmeğin helal mi, haram mı dikkat edecekler. Halil Umut Meler beğendiğim bir hakem, bugün ona da bir eksi veriyorum. VAR’daki yanlış da yönetse seni, sen doğruyu göreceksin. Sahada konu mankeni değilsin. Bu işin altında başka niyetler arıyorum. Herkes aklını başına alsınbir şehrin kaderiyle oynayacak düdükler çalınmasın.”

    Pazar gecesi Ali Sami Yen spor kompleksinde bir başka kulüp başkanı ve aynı zamanda kulüpler birliği başkanı olan Fenerbahçe Başkanı Ali Koç, 90 dakikasını tribünlerde izlemediği karşılaşmanın kutlaması için stadyuma geldi ve ortalık karıştı. Önce kendi yöneticisinin yakasına yapışan ardından saha müdürünü dayak yiyeceksin çık dışarı diye tehdit eden bir kulüpler birliği başkanının olduğu yerde ülke futbolunda yaşanan şiddetin tek müsebbibi olarak taraftarları göstermekten artık kesinlikle vazgeçmeliyiz. Saha müdürünün açılan Fenerbahçe bayrağına müdahale etmesi ve yaşanan gelişmeleri eleştirebilirsiniz ancak durum cidden gücü gücü yetene mantığı üzerinden yürüdükçe burada herkesin hayatının tehlikede olduğu gerçeğini unutmamak gerekir.

    Bu yaşananların ardından bu kez kameraların karşısına Galatasaray kulübü başkanı Dursun Özbek geçti ve yaşananlarla ilgili olarak sert ifadelerde bulundu:

    Ali Koç’un yaptıkları, 40-50 kişiyle buraya gelip burada çalışanları darp etmesi, ağza alınmayacak galiz küfürlerle şey yapması kabul edilebilir değil. Ben geldim. Ali Koç yüreğin yetiyorsa gel buradayım. Şu kadar cesaretin varsa gel buradayım, şu kadar delikanlılığın varsa gel. Buradayım.”

    Galatasaray başkanının açıklamalarının ardından bu kez Fenerbahçe başkanı Ali Koç kameralar karşısına geçti ve o da yaşananlarla ilgili konuştu:

    Biz bugün gerçek şampiyonun kim olduğunu şerefsizlere, haysiyetsizlere, hırsızlara, alçaklara gösterdik… Dursun Bey beni düelloya mı çağırıyor? Biz iki senedir televizyonların karşısında düelloya çağırıyoruz. Düello değil tartışalım. İnsanlar iki başkanın da kimliğini, kişiliğini görsün. Bugün biraz geç oldu. Uykusu da kaçmasın. Hafta içi istediği televizyon kanalına, GS TV de dahil çıkmaya hazırım. Bu ne ucuz kabadayılıkBiz bir gün öyle bir gün böyle konuşan adamlar değiliz. Bu çağrısının arkasında dursun! İstiyorsa yarın çıkalım. Sayın Başkanın cesaretlenmesine de çok sevindim.”

    Yazıda siyahla belirttiğim yerleri lütfen bir daha okuyun ve bu dilin kendi kişiliğini bulma yolundaki genç erkeklerin, kısa yoldan kavgaya geçiş yapmak için kullandıkları dil olduğunu göreceksiniz. Kendi kişiliğini kavga, küfür ve hakaret üzerinden bulmaya çalışan ve racon kesmeyi öne çıkaran anlayışın egemen olduğu bir futbol ikliminde ortaya çıka çıka pazar gecesi oynanan karşılaşmadan başka da bir şey çıkmaz. Milyon Euroluk futbolcuların futbolu ve rakibe saygıyı değil her yol mübahtır anlayışını kitlelerle buluşturduğu bir ortamda, şampiyon olmak ya da olmamak arasındaki fark puan veyahut puanlarla alakalı değildir. Provokatör futbolcular, teknik direktörlerden sonra bir de listeye racon kesen yöneticileri eklemiş olduk. Zaten uzun zamandır futbol yazmak ve yorumlamanın çok ötesinde sahibinin sesi olanlar mevcuttu şimdi yaşananlar sonrasında onların da sesleri daha fazla yankı yapacaktır ancak ortam o kadar gergin ki ne yapsalar kafi gelecek gibi de durmuyor!

     

     

     

     

    Devamını Oku

    Bir Ölümün Düşündürdükleri!

    Bir Ölümün Düşündürdükleri!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Üç gün önce İstanbul’da özel bir okulda, okul müdürü İbrahim Oktugan görevi başında öğrencisi tarafından öldürüldü. Haberin veriliş biçiminden başlayarak ardından yarattığı etkiyi göz önünde bulundurduğumuzda karşımıza çıkan tablonun son derece sıkıntı verici olduğunu söyleyerek yazıya başlamalıyız. Ülkeyi yönetenler her ne kadar görmezden gelmeyi sürdürseler dahi eskilerin deyişiyle ‘mızrak çuvala sığmıyor’ ve her geçen gün durum daha ciddi bir hal alıyor. Okul müdürünün görev yaptığı okulda okulun öğrencisi tarafından beş kurşunla öldürülmesi infial uyandırıcı bir gelişmedir. Okulun şiddetin yansıdığı veyahut karşılık bulduğu bir alana dönüşmesinin nedenlerini sorgulamak zorundayız. Çünkü burada olup bitenlerin nedenlerini ve niçinlerini ortaya çıkartamadığımız müddetçe söz konusu o kapıdan çok daha fazla giriş çıkışın yaşanabileceğini de öngörmeliyiz.

    Olayın içindeki failin öğrenci olmasının ötesinde Irak kökenli bir öğrenci olması ile bazıları çok daha fazla ilgilendiler. Zaten ülkede asıl sıkıntımız da tam bu noktada başlıyor. Toplumun farklı kesimleri, farklı bakış açıları/ideolojileri üzerinden olup bitenleri yine kendi zaviyeleri üzerinden yorumlamayı seçiyorlar. Bu ise yaşadıklarımız karşısında ortak paydalarda buluşabilme olanağımızı ne yazık ki yok ediyor. Buradaki asıl nokta bir öğrencinin okuduğu okulda, bir öğretmenini silahla öldürmesidir. Bunu yapan kişinin kimliğinden ziyade bir öğrenci olması çok daha baskın bir duruma karşılık gelmektedir. Aksini ön plana geçirdiğimiz andan itibaren ise karşımıza bambaşka saikler ve söz konusu o saikler üzerinden yürütülecek olan görüşler çıkmaya başlıyor ki işte o nokta bizi çok daha başka bir yere doğru götürüveriyor.

    Türkiye’de iktidar yetkililerinin inatla ve ısrarla savundukları dünyanın en fazla mülteciye kucak açan ülke olma durumunun ülkede yarattığı etki, yetkili ağızların söyledikleri gibi gerçekleşmiyor! Eğitim ve sağlık alanları başta olmak üzere tepkisellik büyüyor ve bu gidişle büyümeye de devam edecek. Buna karşın, sayılarını tam olarak bilemediğimiz bu kitlenin başta eğitim ve sağlık alanları olmak üzere içinde yaşadıkları ülke ile olan bağlarının daha sağlıklı olarak sürdürülebilmesi için de daha fazla akademik çalışmaya ihtiyacımız bulunuyor. Geri gönderme tartışmalarının yanı sıra bu nüfusun ilerleyen yıllarda nasıl bir şekilde bu topraklarda yaşayacağını da hem iktidarın hem de muhalefetin şimdiden karar vermesi ve bunu ülke insanlarıyla paylaşması gerekmektedir.

    Ölümün ardından yaşananlara geldiğimizde ise öncelikle yaşanan olay karşısında başta Milli Eğitim Bakanı olmak üzere ülkenin bakanlarının cenaze törenine tam kadro katılmaları gerekirdi. Ancak her zaman olduğu gibi yine aynı film tekrarlandı ve önceliklerin farklılığına bir kez daha şahitlik etmiş olduk! Eğitim camiasının kendi içlerinden birisinin kaybı karşısında seslerinin daha çok çıkması gerekirdi. Ne yazık ki bu da gerçekleşmedi ve birkaç sendika dışında yine yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi farklı kaygıların devreye girmesi hali yaşandı. Bu ise yaşanan elim hadisenin ideolojik angajmanlara kurban edilmesi ile sonuçlanmasına yol açtı. Öldürülen bir eğitim mensubu karşısında dahi ideolojik bakış açıları nedeniyle ses veremeyen sendikaların olduğu bir ülkeden söz ediyoruz. Sahi bu sendikaların bazıları toplu sözleşme pazarlığı da yapıyorlardı değil mi?

    Bir diğer tuhaf açıklama ise kendi entelektüel düzeyini her geçen gün biraz daha çöpe atmayı sürdüren Sevan Nişanyan’dan geldi. “Genç bir insanın hayatını bilerek ve isteyerek kaydıran birinin orantılı şekilde cezalandırılması doğrudur. Bazı koşullarda öldürmek bir yöntem olabilir. 11 yıllık okul hayatımda belki 60 öğretmen tanıdım. En az yirmisi kompleksli, sadist, cahil, içten pazarlıklı puştlardı. Birini dahi imha etmeğe cesaretim yetmediği için hep kendimi suçlarım. Öldürülen İbrahim Bey’i tanımam etmem. Ama arkasına aldığı posteri iyi tanıyorum.”  Yaşanan ölümü normalleştirmeyi bir tarafa bırakın ölümün nedeni olarak müdürün resminin arkasındaki posteri gösterebilecek kadar pespaye bir bakış açısı sonrasında söylenebilecek çok da fazla bir şey yok. Lafa geldiğinde söz konusu kafaların en demokrat, en insan hakları savunucusu ve en hümanist olduğu bir ülkedir Türkiye. Bu ve benzer kafalar sayesinde bu ülkenin şiddetle, demokrasiyle ve de hayatla olan mücadelesi her daim eksik kalma üzerine kurgulanmıştır. Bu zokaları artık yutmayalım ve ortamı kirleten böylesi kafaları, kendi zavallılıkları ile baş başa bırakalım.

    Bir bebekten katil yaratan zihniyetin sorgulamak durumundayız ve şiddetin kol gezdiği bir ülkede, şiddetin kapaklarının açılması sonrasında hiç kimsenin güvende olamayacağı bir ortamda yaşamak durumunda kalacağımız gerçeğini idrak etmek zorundayız. Bunun için de önceliğimiz şiddetin nereden gelirse gelsin karşısında durabilme irademizi geliştirmemiz olmalıdır. Ölen İbrahim Okutgan’a Allah’tan rahmet, kederli ailesi ve tüm sevenlerine baş sağlığı diliyorum. Ruhu şad olsun.

    Devamını Oku

    Kupanın Adı Süper Geride Bıraktıkları İse…

    Kupanın Adı Süper Geride Bıraktıkları İse…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Futbol, bu topraklarda uzun bir süredir rahat bir soluklanma alanı olma vasfını ne yazık ki yitirdi. Ülkenin en köklü iki kulübünün başkanlar düzeyindeki atışmaları ile başlayan ve ardından olmayan futbol federasyonu yönetiminin katkıları ile arşa yükselen komplo hikayeleri sonrasında nur topu gibi bir süper kupa polemiğimiz oldu. Söz konusu kupa polemiği önce Suudi Arabistan’da ardından da Şanlıurfa’da futbolun değil kişisel yaklaşımların öne çıkarılması ile ülkenin futbol tarihinin yaralanmasına yol açıverdi. Aslında 7 Nisan 2024 tarihinin bundan sonra ülkenin futbol tarihi açısından şöyle sıkıntılı bir anlayışa karşılık gelmesi gibi bir durumla karşı karşıya bırakılmış olduk. Bundan sonra ülkenin futboluna ve sporuna damga vurduğunu iddia eden Fenerbahçe ve Galatasaray kulüplerinin, ezeli rekabet gibi bir kavramı kullanma hakları ortadan kalkmıştır. Artık kendi duruşlarının mutlak surette doğru olduğunu düşünenlerin, ortak bir paydada rekabet edebilme ihtimalleri kalmamıştır! 

    Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Koç ve yönetim kurulu üyeleri almış oldukları karar ile haklı olduklarını düşündükleri bir anlayışı hem Türkiye Futbol Federasyonuna hem de rakipleri Galatasaray’a kabul ettirmeyi denemiş ve bunda istediği sonucu elde edemeyince de U-19 takımını sahadan çekmiştir. Her şeyden önce A takımın değil U-19 takımının maça çıkartılmış olması ve daha en başından maçın yarıda biteceği açıklamasının yapılmış olması durumu sportif rekabet açısından kabul edilebilecek bir yaklaşıma karşılık gelmez. Keşke Fenerbahçe takımı maça çıkmış olsaydı ve maçın sonunda kupayı kaldırmak suretiyle hem TFF yönetimine hem de rakibine yönelik iddialarının yanıtını sahada vermiş olsaydı. Bu halde istediğiniz kadar artık dur demenin zamanı gelmişti ifadelerini kullanın ya da son on beş yıl içerisinde yaşanan gelişmeler üzerinden geçmişle olan hesaplaşmalarınızı temize çekmeyi deneyin, tüm bunların sonlandırılacağı yer ve sonlandırma şekli bu olmamalıydı. 
    Ülke futbolunun yüzüncü yıla dair anlamlar içeren bir özelliği olan adı süper olarak nitelendirilen kupasının, başına gelenleri de tarih yazacaktır. Tarih için ‘şimdiki geçmiştir’ ifadesi kullanılır bir başka deyişle bugünü nasıl anımsıyorsak öyle tarihleştiririz. Tarih olaylar değil anlayışlarla biçimlendirilmekte olan bir birikime karşılık gelmektedir. Bununla birlikte tarih yalnızca istatistiki kayıtlara da indirgenemez. İçerisinde duyguları, değerleri ve anlamları da barındırmaktadır. Bu yüzden de tarih her zaman kazananın haklı olduğunu belirtmez! Süper Kupa adı altında yaşanan rezaletler silsilesi adeta çekilmeyi bekleyen yeni sezon dizileri gibi bir hikâyeyi bünyesinde barındırmakta. Burada ne isterseniz var; kendi kişisel ikballeri uğruna ülkenin futbolunu/sporunu yok sayanlar mı? Ya da sahte büyüklükler yaratmak suretiyle kendi haklılıkları için hem geçmişi hem de geleceği heba edenler mi? İstemediğiniz kadar figür ile karşı karşıya gelme durumu ile karşılaşabileceğinizi rahatlıkla söyleyebiliriz. 
    Futbolu ve onun etrafından dönen güzellikleri el birliğiyle yok eden zihniyetler sayesinde kültürel mirasımız olan iki büyük kulübümüzün tarihsel geçmişini de susturmayı başardık! Devir daha fazla rakibini ötekileştirmek suretiyle kendisini taraftarları nezdinde haklı olduğunu göstermek isteyen yöneticilerin devridir artık. Fakat bütün bu olumsuzlukları normalleştiren yönetici tayfası, kendilerinin de tarihin tozlu sayfalarında bir gün yer alacaklarını unutmuşa benziyorlar. Zaman geçecek ve geriye aslında nasıl bir iz bıraktığınız kalacak. İşte o noktada sizin payınızı ne sahip olduğunuz şeyler ne de söyledikleriniz belirleyecek. Nasıl bir duruş ortaya koyduğunuz kadar o duruşunuzla karşınızdakilere de nasıl davrandığınız kısacası şu gelip geçici dünyada nasıl izler bırakabildiğiniz belirleyici olacaktır. Görünen o ki anlı şanlı kulüplerimizin yöneticileri kültürel çeşitlilik ve hoşgörü noktasında daha en başta sınıfta kalacaklar. 
    Hatıralar aslında hafızamıza yapılan birer kayıttan ibarettir. Bugün sahip olduğumuz duygu ve düşünce haritalarımız da hafızamıza kaydettiğimiz bilgi ve duyarlıklardan başka bir şey değildir. 
    Devamını Oku
    error: Kopyalamayın ! Her hakkı saklıdır .