12 Aralık 2024 Perşembe
Türkiye’de futbolun içinde yaşadığımız toplumun minik bir minyatürünü bize göstermekte olduğunu uzun zamandır yazıyorum. Bununla birlikte son yıllarda artan bir ivme ile futbol, içinde yaşadığımız toplumsal hayatın sinir uçlarına çok daha fazla temas eden ve giderek daha çok komplo teorileri üzerinde yürüyen bir alan haline dönüştü. Hiç kuşkusuz bu dönüşümün arka planı, ülke olarak içinden geçmekte olduğumuz ruh hali ile yakından ilintili. Siyasetin doldurulamadığı alanlardaki boşluğu başta futbol olmak üzere farklı mekanizmalar üzerinden doldurma yoluna gidiyoruz. Açıkçası bu durum ülkeyi yönetenlerin de fazlasıyla işine geliyor, futbol üzerinden dönen tartışmalar sayesinde ülke gündeminde öne çıkması gereken pek çok husus, halının altına rahatlıkla süpürülebiliyor. Tabii burada iktidara alternatif oluşturamayan muhalefetin büyük katkısını da göz ardı etmemek durumundayız.
Futbolun fena halde hayata benzediği mottosu ile yola çıkan Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filminin üzerinden çeyrek asırlık zaman geçti ve durum orada söylenenden çok daha vahim boyutlara ulaştı. Önce hakemlerle başlayan ardından federasyon ve belirli odaklar üzerinden yürütülen tartışmaların nihayetinde yapı ile doruk noktasına çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Tabii bu arada anlı şanlı kulüplerimizin seçimler esnasındaki tutumlarını ve daha sonra siyasal iktidarla olan yakın temasını da göz ardı etmemek durumumdayız. İşte tam bu andan itibaren ülkenin futbolunun, siyasetin boşalttığı alana boca edilebilmesi olanaklı hale dönüşüyor. Geçen yıl bu zamanlar yaşadığımız Arabistan’daki Süper Kupa krizimizi ve ardından yaşanan gerilimleri tekrar hatırlamakta fayda var. O noktadan bugün gelmiş olduğumuz nokta arasında geçen zaman dilimi ve oradaki federasyondan bugünkü federasyona, merkez hakem komitesine kadar pek çok noktada farklılıklar olduğunu düşünenler fena halde yanılıyorlar.
Öncelikle kazanma hatta mutlak surette kazanma anlayışı hiç ama hiçbir biçimde değişmedi tam aksine daha da yaygın bir nitelik kazandı. Herkesin haklı olduğu yerde kimsenin haksızlıktan veyahut hak gaspından söz edebilmesi mümkün değildir! Ağzını her açan kendi haklılığını ispatlayabilmek adına konuşmaya başlıyor ve araya var olan duruma ilişkin birkaç cümle sıkıştırdıktan sonra kendi meramını kamuoyuna iletmeyi tercih ediyor. Böylesi bir yaklaşımın genelleşmesi sonrasında ise her olay önce takımların renklerine ardından oyunculara ve hakemlere göre yeniden ve yeniden masaya yatırılıyor. Kötüye kötü diyemeyen bir zihniyetin giderek bulaşıcı hale dönüşen bir biçimde var olan ortamı kapladığı bir dönemden geçiyoruz. Sağduyu denilen ve insani ilişkiler açısından olmazsa olmaz diye nitelendirebileceğimiz kavramın yani doğru, gerçekçi, akla uygun ve yerinde yargılar verme yeteneğinin giderek bu topraklardan uzaklaştığı bir zaman dilimi içerisinde sıkışmış vaziyetteyiz.
İster futbolda isterse toplumsal hayatımızın diğer bütün alanlarında olup bitenler karşısında sağduyu denilen anlayışı hayata sokamadığımız müddetçe ortak bir zemini inşa edebilmemiz ve buradan sağlıklı bir toplumsal yaşamı başarabilmemiz mümkün olmayacaktır. Sizler, hangi takımın veya hangi futbolcuların neler yaptığı veyahut yapmadığı ile uğraşırken gözden kaybolup gidenleri ve belki de bir daha hiç ama hiç bulamayacaklarınızı bu vesile ile tekrar düşünün. Kerameti kendinden menkul insanların çoğaldığı bir toplumsal yapıda futbol denilen alanın, göründüğünden çok daha fazla yer kaplayabilmesi son derece olağandır. Olağanüstü olarak değerlendirmemiz gereken ise yaşananları ve orada olup bitenlerin tamamını gerçekmiş gibi algılayıp siyaseten kırılmamamız gerektiğini hatırlatacak birilerinin burada ortaya çıkmıyor oluşudur. Bir başka ifadeyle burada kimse kral çıplak demeyi beceremiyor çünkü kimsenin böyle bir derdi yok! Veyahut tıpkı yaşamakta olduğumuz ahlaki erozyonun ve vasatlaşmanın futbol üzerinden toplumsal hayatımıza değerler transferinin kapılarını ardına kadar açıyor olmasıdır. Futbolda yaşananlar kadar yaşananlara ilişkin açıklamalara dikkatle bakın ve söylenenlerin arkasındakilere odaklandığınızda aslında bu ülkenin siyasetinin de ahlakının da futbolunun da birbiri ile ne kadar çok içli dışlı bir görünüm arz etmekte olduğunu göreceksiniz.
Sporun sadece spor olmadığına dair söylemi, bu topraklarda sıkça işitirsiniz. Doğrudur spor denilen olgu sadece spor yapmaktan veyahut seyretmekten ibaret olan bir durum değildir. Bir inşa süreci olarak spor kavramına birtakım anlamları atfederiz ve bu süreç içerisinde spor denilen olgu diğer kurumsal yapılarla ilişkisi çerçevesinde toplumsal hayatımızda yer edinmeye başlar. Tabii ki bu yerin nasıl bir şekilde biçimlendirileceğini belirleyen söz konusu ülkenin nasıl bir yönetim kültürüne haiz olması gerçeğidir. Bir başka ifadeyle sportif alanda olup bitenler de yönetim anlayışınızdan bağımsız değildir. Nasıl yönetiliyorsanız o yönetim tarzınız bütün kurumlara ve bütün kurumsal yapılar içerisindeki birimlere yansıyacaktır. Demokratik yapının ve adalet, liyakat, hakkaniyet gibi kavramların birer kavram olmanın ötesinde bir anlama haiz bulunabilmesi için sadece sözel anlamda bunların kullanılması yetmez. Bu kavramların içini dolduracak ve bir geleneğin yansıması şeklinde sistematik bir anlayış içerisinde uygulanmaları icap eder. İşte o noktada kişilerin varlığı değil sistemin işlemesi ön plandadır ve sistemin açıklarını ortadan kaldıracak kontrol mekanizmaları da bu yapının önemli parçaları olarak işlevseldirler.
Bu uzun girişin arka planında ne yazık ki bu ülkede bir türlü anlamak istemediğimiz bir noktayı anlamlandırabilme girişimi yatmaktadır. Spor denilen olguyu ve buradaki kuramsal işleyişi her nedense başka bir pozisyon içerisine oturtmayı çok ama çok seviyoruz. Sanki bu alandaki işleyiş biçimi toplumsal yapının diğer alanlarındaki işleyiş biçiminden farklıymış gibi bir havanın yaratılmasında ısrarcı davranabiliyoruz. Oysa spor denilen alan içinde yapıldığı toplumdan bağımsız olarak kurgulanabilecek bir duruma karşılık gelemez! Spor alanındaki insan kaynağı tıpkı diğer bütün kurumsal alanlarda olduğu gibi içinde yapıldığı toplumun ürünüdür. Bir başka ifadeyle buradaki insanların eksiklikleri veyahut kusurları yine bu toplumsal yapının önümüze çıkarttığı duruma karşılık gelmektedir. Bu ülkenin ahlak ve liyakat konusundaki eksiklikleri ne bugünün ne de dünün konusudur. Zaman içerisinde boyutları giderek artan bir duruma karşılık gelmektedir ve bu durum bütün toplumsal yapımızı son derece hızlı bir biçimde içten çürütmektedir. Spor denilen alan da bu durumdan nasibini fazlasıyla almaktadır. İşte tam da bu noktada spor federasyonlarının görünüşte seçimle iş başına gelmesi klişesini sorgulamak gerekiyor. Çünkü bu nokta sadece iktidarın değil kendisini iktidar alternatifi olarak gören muhalefetin-Türkiye’de bu durumun böyle olduğundan çok da emin değilim ya neyse- de üzerinde titizlikle durması gereken bir duruma karşılık geliyor. Bir başka ifadeyle spor federasyonlarının seçimlerinin demokratik bir ortam içerisinde cereyan etmesi kadar buralarda alternatiflerin varlığının kamuoyuna aksettirilmesi de büyük önem taşıyor.
Peki bu noktada muhalefeti temsil ettiklerini ileri süren delegelerin iktidarla aynı doğrultuda oy vermeleri ne anlama geliyor? Sorunun yanıtı için geçtiğimiz günlerde yaşanan Türkiye Basketbol Federasyonu seçimlerine dair açıklama yapan Erman Kunter’in sözlerinden alıntı yapacağım; “Federasyon seçimleri yapıldı ve delegeler mevcut yönetimden memnun olduklarını oyları ile belli ettiler! Milli Takım’ın aldığı başarılı sonuçların (!) etkisiyle, altyapıya önem verdiğini sürekli dile getiren kulüplerin oyları, ekonomik sorunlarını kısa sürede (!) çözmüş kulüplerle, ana muhalefet partisi CHP’nin Spor Bakanlığı ile yakın iş birliği yapması sonucunda seçim farklı bir şekilde bitti. 7 yıldır büyük projelere imza atan (!) federasyonun 4 yıl daha devam etmesi uygun görüldü. MHK’den memnuniyet tavan yapmış anladığım kadarıyla! Alan memnun satan memnun, bize söz söylemek düşmez. Yiğidin hakkını yemeyelim. Beşiktaş Başkanı sayın Hasan Arat dik duruş göstermeseydi ve 6 delegesiyle bize imza vermeseydi seçime bile katılamıyorduk. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ise çoğu kişi gibi beni de şaşırtmadı! Delegeleri ne bize imza verdi ne de seçimde oy (Birkaç istisna hariç). Yönetime bir asil ve bir yedek üye verdiklerini gördük. Müthiş bir başarı hikâyesi! Bütün federasyon seçimleri bitsin benim ilgi alanımın odağı bu strateji olacak. Herkesin bildiği gibi bu seçim sürecinde Efe Aydan’ın ekibinin bir parçasıydım. Enerjimizin büyük bir kısmını bence demokrasiden nasibini almamış bir yönetmelikle mücadele ederek geçirdik. Delegeden adaylık için yüzde 10 oranında (18) imza toplanması garabetiyle uğraştık. Hâlbuki 2016’da Danıştay bu maddeyi iptal etmişti. 2024 Temmuz’unda çıkarılan yönetmeliğe ufak değişiklikle sıkıştırılmış.”
Efe Aydan ve Erman Kunter birlikte önce aday olabilmek için bir hayli uğraştılar ardından kendisine muhalefet diyenlerin dahi iktidarın yanında yer almaktan imtina etmediği bir seçimi kaybettiler. Aslında federasyon seçimlerinde olup bitenlere biraz daha yakından bakıldığında bu ülkeyi yönetmeye talip olan Cumhuriyet Halk Partisinin kafasının ne kadar karışık olduğunu da bu vesile ile bir kez daha göstermiş olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii bir de var olan durumdan şikayetçi gibi gözüküp söz konusu durumdan nemalanmayı sürdüren spor kulüplerinin varlığını da eklemek durumundayız. Özerk olarak nitelendirilen federasyonların seçimlerine katılabilmek için öncelikle delege sayısı kapsamındaki imza barajını aşmanız gerekiyor. Ne yazık ki burada da kendisine muhalefet diyen partinin, alternatif adayların önünü açmak veyahut kendisi aday çıkarmak yerine iktidardan yana tavır aldığı bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Erman Kunter’in yukarıdaki açıklamalarında bu durum net bir biçimde ortaya konuluyor. Muhalefet partisi yetkilileri her fırsatta demokrasi savunuculuğu yaptıklarını iddia ederlerken spor alanında iktidarın yanı başında durmayı tercih ediyorlar ve bundan da hiç gocunmuyorlar!
Konfor alanından çıkmayı bir türlü beceremeyen CHP’nin spor alanında son birkaç yıldır spor kurulu üzerinden masallar anlatmakta olduğunu buna karşın icraat kısmı geldiğinde iktidarın gösterdiği adayın desteklemekten imtina etmediği bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. O zaman spor alanı üzerinde top dolaştırmanın ötesine geçemeyen bir partinin bu ülkenin sorunları karşısında gerçekten iktidar olma gibi bir derdi olup olmadığını sormanın belki de tam sırasıdır, ne dersiniz? Ülkemizde son dönemde yaşadıklarımızın arkasında iktidarın uygulamaları kadar muhalefetin beceriksizliğinin de payının bulunduğu gerçeğini bu vesile ile bir kez daha anlamış olduk. Yerel seçimler sonrasında ülkede oluşan umut ikliminin CHP tarafından yaratılmadığı gerçeğini bir tek CHP’lilerin anlamadığı günlerden geçiyoruz. Kendi adıma bu muhalefetin iktidar adayı bir parti olduğunu hiç sanmıyorum. Ayrıca iktidar olduğu takdirde bu ülkenin değişmesine katkıda bulunabileceğini de düşünmüyorum. Çünkü gerçek anlamda demokrasi ve özgürlük yanlısı falan değiller. Gücün bu kez kendilerinde temerküz etmesini istiyorlar ve bunun üzerinden istediklerini yapabilme hürriyetinin peşinde koşuyorlar o kadar!
Muhalefet partisi spor federasyonları seçimlerinde iktidarın yanında konumlanırken federasyonlarda her seferinde daha tuhaf ve bir o kadar da olmaz denilen işlerin yaşanmasına şahit olmayı sürdürüyoruz. Olimpiyatların üzerinden geçen süre sonrasında faturanın kesileceği duyurulan federasyon yönetimlerinin yerlerine seçimle daha liyakatli olanların geleceğinden kuşku yok, yeter ki gelenler söylenilenleri yerine getirsinler. Efe Aydan örneğinde olduğu gibi sözler söylemesinler. Erman Kunter’in sözleri bu noktada bir hayli manidar: “Efe Aydan büyük hata yaptı! Tutamayacağı sözleri vermedi. “MHK’yi tamamen değiştireceğim” dedi. “Yasa dışı bahisle mücadele edeceğim” dedi. “Oyuncu menajerlerini zapturapt altına alacağım” dedi. “Altyapı kulüplerini koruyacağım, Milli Takım’ın başarısı çok önemli” dedi. İşte kendi etti kendi buldu bu olsa gerek!” Bunları söyleyen yöneticiyi delege neden seçsin zaten seçim dediğin nedir ki, bir önceki basketbol federasyonu başkanı Harun Erdenay, seçim yapılmadan hatta Hidayet Türkoğlu aday adaylığını açıklamadan önce “Hidayet kardeşimin başkanlığı hayırlı olsun” ifadesini kullanmıştı.
Daha fazla söze ne gerek var ki! Burada iktidarın uygulamalarını eleştirirken bu uygulamaların oluşmasına su taşıyan muhalefetin katkılarını da gözler önüne sermek durumundayız. Çünkü yaşananların arkasında onların da çok ama çok büyük katkıları bulunuyor. Mış gibi yapmanın rahatlığı içerisinde ülkeyi kurtarmaya devam ediyorlar.
2010 yılında Türkiye’de Futbol, Taraftarlık ve Şiddet (Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray ve Trabzonspor Örneği) başlıklı Tübitak projesi kapsamında Ahmet Çakır ile yaptığım röportajın tam metnini aşağıya bırakıyorum
Türkiye spor medyasının en farklı isimlerinden bir tanesi aramızdan ayrıldı: Ahmet Çakır. Yaklaşık yirmi yıldır tanıdığım ve her fırsatta konuştuğumuzda enerjisine hayran kaldığım insanlardan birisiydi. Kendisi ile yıllar içerisinde spor kitapları üzerine yapmış olduğu Kitaplı Spor ve Sporsever programlarına konuk olmuştum ve kitaplarım üzerinden ülke sporunu konuşmuştuk. Telefonu her açışında kurduğu “Adaş nasılsın?” cümlesini daima hatırlayacağım.
TRT ve radyo kökenli olup eski Türkiye’nin edebi yönü kuvvetli gazetecilerinden birisiydi. Bağırmadan, tane tane konuşarak, hakaret etmeden yorumculuk yapılabileceğini gösteren az sayıda kişiden bir tanesiydi ve ne yazık ki dönem o farklı kişiliklerin arzu edilmediği bir akışın içerisinde hepimizi sürükleyip götürüyordu.
İyi bir Galatasaraylı ve Metin Oktay hayranıydı. Taçlı Kral Metin Oktay kitabını oğlum Burhan Talimciler‘e imzalayıp vermişti. Kütüphanemde imzaladığı 100 Yılın Aslanı, O Bir İmparator: Fatih Terim kitabı ile hayat hikâyesini anlattığı Bana Derler Balatlı isimli çalışma yer almakta.
2010 yılında Türkiye’de Futbol, Taraftarlık ve Şiddet (Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray ve Trabzonspor Örneği) başlıklı Tübitak projesi kapsamında yaptığım röportajın tam metnini aşağıya bırakıyorum.
Seni çok özleyeceğim Ahmet Abi. Ruhun Şad olsun. Kederli ailesi ve tüm sevenlerine baş sağlığı diliyorum.
Ahmet Çakır ile yapılan görüşme (22 Ekim 2010)
– Bizim amacımız Türkiye’de futbol taraftarlık ve şiddet ilişkisi üzerine yürütmüş olduğumuz bu proje kapsamında siz basın mensuplarından görüş almak ve sizin kanalınızdan bu iş nasıl yansıyor, bu boyutlar üzerinde bir söyleşi yapmak. Türkiye’de son yıllarda özellikle arttığı söylenen ama nereye doğru gittiğiyle ilgili kimsenin net bir şey koymadığı bir futbol taraftarlığı, bir futbol fanatizmi, kiminin değişiyle futbol holiganizm ile ilgili bir sorunsal var ve bu sorunsalla ilgili olarak herkes bir şeyler söylüyor. Fakat kimse işin net olarak bilimsel bir boyutunu kimse ortaya koymuyor. Biz, sizden özellikle uzun yıllara dayanan mesleki tecrübenizi de göz önüne alarak bu konuyla ilgili düşüncelerinizi, bu olaya yaklaşımınızı ayrıca Türkiye’deki farklı aktörlerden özellikle medya boyutuyla ilgili düşüncelerinizi öğrenmek istiyoruz.
Öncelikle sizin Türkiye’deki futbol fanatizmiyle ilgili düşünceleriniz neler? Arkasından da siz bu olayların gerisinde nelerin olduğunu düşünüyorsunuz ya da bu olayların arkasında size göre farklı aktörler mi var ya da var olan sorunlar futboldan mı kaynaklanıyor, yoksa toplumsal boyutlarla ilgili başka sorunlar mı var işin içerisinde?
Bu konuda bir kere çok yalan söyleniyor. Yani Türkiye’deki bu futbol sevgisi, taraftarlık, fanatizm hiçbir yönden sağlıklı bir şey değil. Bir kere tabii ki pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kavram kargaşaları var. Yani holiganizm nedir, nereden kaynaklanır; bir de herkes standart olarak holiganizmi eşittir şiddet olarak kullanıyor. Ben dünyadaki tanımını pek öyle bilmiyorum, uygulamayı öyle bilmiyorum. Tam tersine bugüne kadar gördüğüm örnekler, holiganizm dediğiniz şeyin ‘taciz ederek eğlenme’ şeklinde olduğunu bana daha çok uygulamada gösterdi. Yüzde yüz kavram karşılığı sözlüklerde bu olmayabilir ama ben holiganizmi böyle anlıyorum. Bugüne kadar tanıdığım holiganlar taciz ederek eğlenme gibi bir yöntemi ön planda tutuyorlar. Şiddet biraz daha arkada.
“Futbol sevgisi denilen şeyde bence tamamen fıslamış durumdayız”
Batı’daki holiganizm yahut futbol- taraftarlık ilişkisi ile bizdekiler arasında başka yönlerden de çeşitli farklılıklar var. Onlar da pek çok ülkede sahiden futbol seviliyor. Yani bugün İngiltere’deki futbol sevgisi, Almanya’daki futbol sevgisi taraftarlar bazında hakikaten örnek gösterilecek düzeyde. Almanya’da biliyorsunuz Dortmund yıllardır vasat bir çizgide ama her maç seksen bin kişi doluyor, işte bu futbol sevgisinin en görünen yanlarından biri. Vatandaş futbolu seviyor ve takımını sadece sonuçlarla ilgili olarak sevmiyor; Maça gitmeyi, Dortmund’u desteklemeyi… Bunlar Türkiye ile olan ciddi farklar. Bizde işte Fenerbahçe, Galatasaray veya Beşiktaş için çıldırdığını söyleniyor insanların. Hiç de öyle bir şey yok. Rakamlara baktığımızda, rakamlar çok cılız, çok düşük. Hele işte Galatasaray’ın Ali Sami Yen’deki maçları on-on beş bin taraftarla oynanıyor. En önemli maçlar bile öyle oynanıyor. Buralarda dünya kadar boşluk, belirsizlik, kavram kargaşası ve yalanlar var. O da neyin üzerinde konuştuğumuzu da çok zorlaştırıyor. Biz neyin üzerinde konuşuyoruz? Yani işte şiddetle olsun, öteki boyutlarıyla olsun futbol sevgisi denilen şeyde bence tamamen fıslamış durumdayız.
Futbolun kendisini değil etrafındaki gürültüyü patırtıyı çok daha fazla sevdiğimiz kanısındayım. Kavga, dövüş, boş konuşma, vb. Bu tabii dünya kadar sapmalara da yol açıyor. Benim yorumcu bazında da çok rahatsız olduğum bir konu var. İlle herkesin bu memlekette futboldan anladığı yönünde bir düşünce, bir yaklaşım, bir laf… Bunu en çok yorumcular yapıyorlar; kendilerine yandaş çekmek için. Yani vatandaş da futboldan anlıyor falan deniliyor. Hayır, ben öyle bir şey görmedim. Sen anlamıyorsun ki vatandaş nereden anlasın. Yani futboldan anlamak bence çok daha derinlikli bir şey. Diyelim yani şu adam anlıyor, bu adam anlıyor. Hayır, bir yığın eksiği var. Temel yayınları izlemiyor, en baba denilebilecek kitapların hiçbirini okumamış, Dünyada ve Türkiye’de ekol getirmiş yahut olay yaratmış teknik adamlarla konuşmamış, etmemiş… Yani dünya kadar boşluk bunlar. Ama anlıyor futboldan. Neden anlıyor? Top çizgiden geçtiği zaman gol oluyor, ofsayt değilse. Bunu bilmek futboldan anlamak değil. Dolayısıyla bu yönlerine fazla girmemek lazım. Olağanüstü bir kargaşa içinde, kaos içinde yaşıyoruz ama bizim hayatımız zaten böyle.
Sadece futbolla ilgili hayatımız değil kaos içinde olan. Sosyal hayatımız, ekonomik hayatımız, siyasi hayatımız, trafiğimiz vb. tam bir kaos. Bu kaosun içinde yaşamayı becerebiliyoruz. O zaman neyin üzerinde konuşacağımızı tayin etmekte ciddi insanlar olarak epeyce zorluk çekiyoruz. Biz neyin üzerinde konuşacağız? Yok efendim, futboldan anlayan milyonlarca insanın şiddet konusundaki yeri, durumu, bir türlü belirlenemeyen bir yığın insan ve bunların getirdiği sonsuz bir kargaşa.
“Bizde içki içmeye başlayandıysa onun bela çıkarma kararlılığı çok açık”
Mesela, temel farklardan biri çok ilgimi çekiyor taraftarlık düzeyinde. Batılı taraftarların içki içtiği ve zaman zaman olay çıkardığı çok görülen bir şey. Ama ben, o taraftarlara da bizimkilere de çok fazlaca baktığımda ve bu yönden anlamaya çalıştığımda olayı şöyle gördüm: Onlar içki içiyorlar, eğlenmek için, maç çevresinde eğlenebilmek için. Bizim içki içenler bela çıkarmak için içki içiyorlar. Hakikaten çok somut bir şey bu. Bizde içki içmeye başlayandıysa onun bela çıkarma kararlılığı çok açık, hatta hem yalanlar hem bu kapsamda tanık olduğum, birebir yerinde yaşadığım olaylar var. Mesela, 2000’de Galatasaray’ın UEFA kupası maçı öncesinde olayları düpedüz biz çıkardık, yani biz Türkler çıkardık. Ama kolaylıkla İngilizlere mâl ettik. Öyle biz çıkardık ki İngilizler, Tivoli Meydanı’na açılan bir sokağın içindeki publarda içki içiyorlardı ve inanın kapıdan dışarı çıkmadılar bütün gün. Gün boyu defalarca ben de herkes gibi oraya gittim geldim akşamüzeri hâlâ çıkmadıklarını gördüklerinde bizim o dönemdeki bazı televizyoncular (adı lazım değil biliyorsunuz öyle adamlar), siz ne biçimsiniz, az önce küfretmişler gibi aşağılık birtakım kışkırtmalarla o publarda içki içip eğlenmekte olan İngiliz taraftarların üzerlerine saldırdı bizim taraftarlar. Onların karşılık vermesi, sonrasında dışarıda başka türlü olaylar (onlar da melek değil, onlar da saldırmış olabilir) gibi tatsız tuzsuz, bazı televizyoncuların özellikle beklediği bir ortamın doğmasına yol açtı ve yalanlar da o andan itibaren başlıyor. İngiliz taraftarlar şöyle yaptı, böyle yaptı… Hayır, kardeşim, senin holigan dediğin İngiliz taraftarların ben bugüne kadar çok yiğitçe olaylarına tanık oldum. Örneğin, 1990 dünya kupasında İngiliz ve Hollanda takımları aynı gruptaydı, Cagliari’deydiler ve o dönemde de holiganlık falan yeni yükseliyor –şiddet anlamında-, birbirlerine Cagliari Meydanı’nda dövüşmek üzere randevu verdikleri bir basın merkezinde dalga dalga yayılmaya başladı. O yıllarda da bilgisayarlar falan yeniydi daha. Bu gerçekleşti. Ama orada şartları vardı mesela. Hiç kimse silahla gelmeyecek, bıçak olamayacak, yumruklarla dövüşülecek ve karşılıklı üçer yüz kişi olacak. Yüzde yüz bir centilmen anlaşmasıyla bu uygulandı, yapıldı; iki taraf kavga dövüş girdi, kafa göz birbirlerine. Belli bir aşamada polis müdahale etti falan. Ama çok yiğitçe bir şey var burada.
“Bizde pusu geleneği var”
Yani Batı’daki düello geleneğinin sonucu olarak, biliyorsun Çetin Altan Bey bunu ısrarla yazıyor. Bizde ise pusu geleneği var. Bizde taraftarın anlattığı büyük kahramanlık olayları: On kişinin bir kişi kıstırması mesela. Hakikaten bunu büyük bir kahramanlık gibi anlatıyorlar ve sorsan dünyada onlardan daha yiğit, daha delikanlı, daha dürüst, daha mert adam da yok. Öyle diyorlar. Ben hiç tanık olmadım. Benim bugüne kadar tanık olduğum bütün taraftar kavgaları denilen şeyler, yüz kişinin on kişiyi kıstırması, on kişinin bir kişiyi kıstırması falan. Ve sonra da bunu büyük şövalyelikmiş gibi falan, düelloymuş gibi anlatmak. Böyle akıl almaz birtakım şeyler.
– Tribünlerde küçük bir grubu 200-250 kişiyi alıyorsunuz onlara kafesin içine sokup sağdan soldan her şeyi atıyorsunuz. Bu taraftarlar arasında farklı şekillerde yansıyor yıllar önce Fenerbahçe’nin Galatasaray ile oynadığı maçta sidik dolu torbalar attılar.
Attılar evet.
– Ondan bir sonraki maçta Ali Sami Yen’deki maçta aynı şey oldu, bu sefer de kuş pislikleri falan atıldı ve bu olaylar bu şekilde yerleşiyor.
Bir de orada medyanın bir sıkıntısı var. Hiçbiri düzgün görülmeye yanaşılmıyor. Yani, tam olarak orada ne olduğu görülmeye yanaşılmıyor, onunla ilgili saptamalar yapılmıyor. Şöyle yargılar var: Mesela, kardeşim her yerde oluyor işte, Ali Sami Yen’de de oluyor, İnönü’de de oluyor, yani boş ver gitsin, böyle gelmiş böyle gider.
Şimdi hayır! Orada çok özel şeyler oluyor. Yani, Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda bugüne kadar oldu, çok özel şeyler oldu ama bunu kime anlatırsın, nasıl konuşabilirsin? İşte, kamuoyunda adamların kafası yarıldı, Gerets’in kafası yarıldı, Mondragon kanlar içinde kaldı. Bu kadar somut olaylar bile 6-0’lık maçın, 4-0’ken, 74. dakikasında başkan Aziz Yıldırım sahaya inip anons yapmak zorunda kaldı, yapmayın etmeyin diye. Bunların hiçbiri yaşanmamışçasına olaylara yaklaşılıyor. Bu sadece Fenerbahçe’yle ilgili bir mesele değil. Sorunu ortadan kaldırabilmek için önce doğru görelim, nerede ne oluyor ona göre önlemler alalım ve çare bulalım. Hayır, çare falan bulunmaz. Yani, bu konuşma kapsamında değil, bana başka türlü de soruluyor. Diyelim şiddetle ilgili bir olay çıkıyor, kimi zaman futbol dünyasının dışında siyasi denilebilecek programlarda falan soruluyor. O insanlar çok şaşırıyorlar -spor dünyasından iyi kötü tanıyorlar-. Çözüm nedir Ahmet Bey, diyorlar. Yani şimdi tatlı tatlı konuştuk bir de çözeceğiz, evimize gideceğiz. Hayır, kardeşim, çözüm falan yoktur, çözüm yok! Çünkü senin çözümün böyle yaşamayı seçmiş olman.
Bir de çözümlere ortadan başlamak mümkün değil. Baştan işi sağlam tutacak, işte görüyorsun 5149’u çıkarıyorsun. Belki mükemmel bir yasa. Ama yani, inan içimden ne okumak geliyor ne… O da bir başka yönü, konuları zıplatmak istemiyorum.
Orada şöyle bir durum oldu: Son birkaç yıldır herhangi bir yasa ve yönetmeliğe, şuna, buna zerre kadar inancım kalmadı. 1990’ların başında bir şike olayı oldu. Boluspor’la Adana Demirspor arasında. Adana’daki maçı galiba Bolu satın almıştı. O yönü önemli değil, umurumda değil, takımların isimlerini vermek de çok önemli değil. Tahkim kurulu başkanıydı Ekrem Amaç ve dedi ki: İşler tatsız gitmeye başladı, üçe iki şike kararı verildi. Üçe iki de bir başka komedi. Çünkü on yedi parça hukukun tanıdığı nitelikte kanıt var şike olduğunu dair. İki tarafın yöneticileri, takım kaptanları, oyunculardan bazıları evet şike yaptık diyor. Bunlar dosyada var. Sonunda iş o noktaya geldi ki, Ekrem Amaç bana, bunlar dosyayı yok edecekler, al bunun bir kopyası sende kalsın, bunun fotokopilerini çektir dedi. Yani şike yapıldığına dair. Hakikaten şike sonra yok edildi, Ekrem Amaç görevden alındı, onun yerine adını vermek istemediğim bir beyefendi tahkim kurulu başkanı yapıldı ve bu sefer ikiye üç şike yoktur kararı çıktı.
Daha önce üçe iki şike vardır çıkmıştı. O günlerde işte her şeyi çok yakından izliyorum, yasa şunu diyor, yönetmelik bunu diyor. Onu izleyen bir zaman içinde Ali Sami Alkış beni öven bir yazı yazdı. Dedi ki, Türkiye’de yasa ve yönetmelikleri en iyi bilen gazetecidir dedi. Güzel, bu hoş bir şey. Onun verdiği referansla sonraki yıllarda çıkan çeşitli olaylarla ilgili insanlar beni aramaya başladılar. Televizyonlar, gazeteler hocam böyle bir olayda ne karar verilebilir, diyelim benzeri bir anlaşmazlık var. Ben de diyorum ki, yasa ve yönetmelikler bunu diyor, bu sonuç çıkar diyorum. Ama bir bakıyorum başka bir sonuç çıkıyor. Ben de biliyorum yasa ve yönetmelikleri ama burası Türkiye. Adam illaki o yasa ve yönetmeliğe bir takla attırıyor, kanun ya da yönetmelik her ne kadar böyle diyorsa da şöyle de yapılabilir vb. Uzman olduğum için gülünç duruma düşüyorum, yasayı ve yönetmeliği sahiden biliyorum. Gerçekten biliyorum ama o sırada Şenol Güneş‘in söylediği şu: Türkiye’de hukukun gücü yok, güçlünün hukuku var.
Güçlü, o hukuka takla attırıyor, senin bildiğin, bilmediğin her şey komediye dönüşüyor. Peki, o zaman ben niye öğrendim? Şimdi şiddeti önleme konusunda da taraftarın şiddetle ilişkisi, şiddeti önleme… Bir toplantıda iki yıl kadar önce olimpiyat komitesindeki bir toplantıda, Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ümit Kabasakal söyledi, çok basit bir gerçeği söyledi, çok önemli bir şey değil. Bu olayların önlenmesiyle ilgili olarak dünyada ne yapılıyor? Fransa’da sahaya bir koltuk atmanın cezası, uzun boylu mahkemeye gerek olmaksızın birkaç gün içinde sonuçlanıyormuş: Bir yıl hapis ve 15.000 Euro para cezası. Ama işte sorunu çözmek istiyor. Sen de her maçta hâlâ yağıyor, görüntüler açık, atanlar belli. Hiçbir şey yapamıyorsun. Niye yapamıyorsun? Yapamazsın da! Ortasından başlayamasın bir işi düzeltmeye. Çünkü bugüne kadar sahaya binlerce koltuk atılmış, sen günün birinde birdenbire birini gözüne kestireceksin, diyeceksin ki; sen, şu, o yaptı, onu yakala, al… E, bu ne? Adalet! Başka yönleri de var, nedir?
Sen karar verici olarak herhangi bir konuda çok açık, kesin ve net bir karar aldığında kendi aileni bile ikna edemezsin. Akşam eve gittiğinde diyecek ki sana annen baban, eşin çocuğun: Ya baba, niye bu kadar sert bir karar aldınız? Onlar da iyi çocuklar veya neyse yani. Yahut bir kulübe ceza verildi, diyelim küme düşürüldü. Olur mu baba, yüzyıllık tarihi var, bu kadar sert bir karar almak zorunda mıydınız, bugüne kadar hiç yapılmamış böyle bir şey vb… Sen de neye uğradığını şaşırırsın. Çünkü bu tür konularda ben hiç kimseyi suçlamam. Hatta bazı arkadaşlarım yayınlarda gevezelik ediyorlar ya da yazı yazıyorlar. Diyorlar ki; ben olsam şöyle yaparım, böyle yaparım. Hayır, hiçbir şey yapamazsın. Hatta ben bunu bir yayında şöyle anlattım: Diyelim ki bana yetki verdiler Türkiye’deki şikeyi, başka pislikleri, şiddeti, şunu, bunu, her şeyi önleyeceksin. Ama sana neler veriyoruz buna karşılık. Diyecek ki, önleyebileceğin süre kadar, diyelim beş yılda bana cumhurbaşkanının, başbakanın, genelkurmay başkanının yetkilerini vereceksin. Bunlar yetmeyebilir diyeceksin, bir de sana yüz bin kişilik ordu veriyorum, silahlarıyla falan. Hiçbir şey yapamam, hiçbir şey yapamam. Çünkü işin temeli adalet.
Ne yapacaksın? Diyelim şikeden dolayı soruşturma yapıyorsun, bir kapıyı açıyorsun a bakıyorsun Ahmet, bir kapı açıyorsun Mehmet. Bunların hepsi aynı adam, senin benim arkadaşlarım, bu dünyanın insanları, daha önce seninle beraber olmuş hatta daha önce beraber bir şeyler yapmış. Şimdi diyeceksin ki gel Mehmet, sen şike yapmışsın, seni cezalandıracağım. Buna kahkahalarla güler insan. Bu kaosun içinde Türkiye yaşamayı becerebiliyor. İlginç olan şey o. Zaten Batılılar falan da şaşkına dönüyorlar, yani sizin işte trafik düzeniniz başka, bitmez tükenmez karamboller. Onun için şöyle çözerim, böyle çözerim diyen arkadaşlara çok gülüyorum bu nerede yaşıyor, hangi ülkede? Hayır, çözemezsin, onunla birlikte yaşamayı öğrenirsin, hepsi o kadar. Masal anlatma bana. Hiç kimse çözemez.
“Batılı, bir sorun ortaya çıktığında onun gereğini yapıyor”
Söylüyorum sana bana yüz bin kişilik ordu vereceksin, genelkurmay başkanı, cumhurbaşkanı, başbakanın bütün yetkilerini vereceksin bugünden farklı hiçbir şey yapamam. Çünkü yapı böyle kurulmuş, binlerce olay yaşanmış, ilişkiler ağı oluşmuş, kafalar ona göre formüle edilmiş. Burada kavramsal olarak temel fark şu: Batılı, bir sorun ortaya çıktığında onun gereğini yapıyor. Bu şuna değer, Zülfi yâre dokunur falan diye düşünmüyor. Niye? O sistemi var eden, -adına işte kapitalist sistem diyelim- bu tür bir zemin, böyle bir zemin olması lazım. Yoksa bu ilahi adalet falan, bundan söz etmiyorum. Sadece durumun gereğini yapmaktan söz ediyorum. Bizde bu müthiş bir çarpılmaya uğruyor. Bizde ne oluyor? Vaziyeti idare etme geleneği var bizde. Çok güçlü bir gelenek.
Vaziyeti idare etme geleneği her şeyi içinden çıkılmaz hale getiriyor. Ama herkesin işine geliyor. Bunun başka türlü yansımaları da var, çok karambol var. Mesela, böyle bir düzenden, böyle bir ortamdan en çok zarar gören insanlar dahi böyle bir düzeni ve ortamı destekleyebiliyor. Niye? Bana da bir avanta düşer günün birinde diyor. Bir apartmanın kapıcısını düşünün mesela. Normal şartlar altında onun istemesi gereken şey, her türlü düzenin tam yerli yerine oturduğu, onun hakkının hukukunun belli olduğu, sigortası, vergisi, bütün her şeyin belli olduğu bir düzen onu daha iyi korur. Peki, siz inanıyor musunuz herhangi bir Türk kapıcısının böyle bir düzeni isteyebileceğini? Hayır, katiyen istemez. Peki, niye istemez? Bu karambol düzeninden bir gün bana da bir şey düşer diye. Çünkü işte üst katta Hüseyin Ağabey oturuyor, galiba futbol federasyonundaymış, bana bilet getirecek vb. gibi. Daha büyük avantalar da olabilir, onun kafalarının çalışma biçimi tanıdığı insanlara göre. Dolayısıyla, gerek yok düzgün şeylere, yasal olması önemli değil, boş ver, Hüseyin Ağabey bizdendir, bana verecek, şöyle olacak falan. İnsani bazda da böyle, sistem bazında da böyle. O zaman neyi nasıl düzelteceksiniz? Hangi şiddeti düzelteceksiniz?
İşte görüyorsun, yıllardır durmadan patinaj yapıyor; 5149 sayılı yasa çıktı, bundan sonra şöyle olacak, böyle olacak vb. Hayır, hiçbir şey olmuyor. Çünkü bu memleketin dokusu uygun değil işleri düzeltmeye, iyi bir şeyler yapmaya. Ama hiç mi iyi bir şey olmuyor? Elbette oluyor. Çağın gerektirdiği, normal evrim denilebilecek birtakım pisliklerin ortadan kaldırılması falan filan gibi. Çok sınırlı sayılabilecek türden adımlar atılabiliyor. Bunu taraftarlığın, futbolun, şiddetin, şikenin her boyutuna uygulayabilmek mümkün. Yalanlar, kavram kargaşaları, boş konuşmalar, utandırıcı saçma sapan şeyler. İşte bu kapsam içinde mutlaka anılması gereken statların fiziki şartlarının kötülüğü. Orada ne oluyor mesela, dünya çapında iyi, güzel bir stat yapacak kadar para harcıyorsun, iki katını harcıyorsun ama işte 30 yılda o Urfa’daki stadı yapıyorsun. Onu kim niye planlamış, oraya nasıl planlamış, niye yapılmamış. Onun serüvenini ben biraz inceledim, tam Türkiye, gülmekten yerlere yatarsın. Mesela, birkaç yıl sonra diyelim ki önce hızla yapılıyor beş-altı yıl falan; 7., 8., 9. yıllarda yollanan ödenekler stadın mevcut durumunu korumaya yetmeyecek hale geliyor. Yani diyelim o güne kadar on beş milyon harcamışsın, o yıl hiçbir şey yapmadan oranın bakımı için bir milyon lira gerekiyor, oysa sen beş yüz bin lira ödenek ayırabiliyorsun. O zaman ne oluyor? Hem aksıyor hem normal, çağdaş bir stadın neredeyse on katına mal oluyor. Bugüne kadar yapmış olduğun harcamalar, onlara eklemeler vb., parça parça gecekondu usulü. Şimdi bu kargaşanın içinde yani neyi konuşuyoruz, neyden bahsediyoruz? İnsan, onu bile tayin etmekte zorlanıyor. Dolayısıyla bu taraftarlık, futbol, bu meseleler tüyler ürpertici bir kaos içinde ve biraz içinden çıkabilmek için işte bu tarz çalışmalara başlamak gerekiyor. Çünkü bir yandan da çok fazla boş konuşuluyor. Bizim taraftarımız şöyledir, bizim taraftarımız böyledir. Hayır, hiç öyle değildir.
– Ciddi anlamda çalışmalar gerçekten çok fazla değil. Spekülatif konuşmalar…
Hemen hemen hiçbir şey yok. Birkaç üniversitesi dergisinden haberdarım, orada futbolun çeşitli etkileri, sosyolojik boyutları vb. O tip yayınları falan da izlemeye çalışıyorum ama hepsi o kadar. Birkaç kitap yahut dergi, makale boyutunda… Nerde bütün ülkeyi etkileyebilecek çapta bir çalışma, efendim işte o çalışmanın sonuçlarına doğru, bir yerlere doğru gidebilme, onlardan çıkacak verilere göre ileriye doğru adımlar atabilme vb. Bunların hepsi laf.
– Burada genelde şundan konuşuluyor, yani sormak istediğim aslında o. Medya mensupları konuşuyor, medya mensupları konuşurken de büyük çoğunluğu aslında herhangi bir donanıma sahip olmadan, tamamen özel dünyalar üzerinden giderek konuşuyor ve büyük çoğunluğu ne yazık ki. Türkiye’de bir futbol medyası var ve o futbol medyasının büyük çoğunluğu da belli takımlar üzerinden giderek kendi yorumlarını ortaya koyan… Tabii bu işin bir de ekran boyutu var, ekran boyutu üzerinden işi şovmenliğe dökenler var. Onlar bambaşka şeyler söylüyorlar. Yazdıklarıyla ekranda söyledikleri birbiriyle çelişen, hatta birbirine taban tabana zıt şeyler söyleyen insanlar var. Böyle bir ortamda mesela hiç programda görüntü vermeden saatlerce izlenen, reyting patlaması yapan programlar var. İşte tamamen oradaki kişilerin belagati üzerinden giden programlar var. Böyle bir yapıda medya işin içerisinde nerede duruyor?
Medya sağlıklı bir yerde durmuyor ama bizim zaten medya algımız konusunda da çok şiddetli bir sorun var. Mesela, nihayet bunu sizlerle konuşabilirim. Okudum, üzerinden epey bir zaman geçti, acaba yanlış mı hatırlıyorum diye tereddüt etmeye başladım, çok tekrarlıyorum. Benim bildiğim kadarıyla şu an Marshall McLuhan dünyada iletişim biliminin piri olarak gösteriliyor. Ben öyle biliyorum, okuduklarımdan edindiğim bir şey. Yoksa onun takipçisi falan değilim. Şöyle bir sözü var, o bu ilişkiyi yüzde yüz açıklıyor: Amerikan televizyonlarında pespayeliğe yatırım yapan hiç kimse kaybetmedi bugüne kadar diyor. Burada anlatmak istediği ne? Pespayelik dediği şey, insan zaaflarına seslenen programlar yapmak. Bunu tabii Amerikan televizyonlarında biraz daha kaliteli yapabiliyorsun. İş Küçük Amerika’ya geldiği zaman biraz daha cıvıyor. İşte biliyorsun kaynanalardı vb…
Herkes bu programları seyretmediğini söylüyor ama bu programlar reyting rekorları kırıyor. Peki, kim seyrediyor? Kiminle konuşsam sanki herkes belgesel seyrediyor. Bu ne ikiyüzlü toplum, bu ne yalancı toplum! Bu medya işinin bir ayağı. Biz bir de medyayı idealize ediyoruz ki az önceki televizyon örneği üzerinden daha kolay anlatılabilir. Marshall McLuhan’ın kuramını yerine oturturken zaten televizyonun neredeyse başlı başına bir pespayelik aracı olabileceğini söylüyor. Devamlı insan zaaflarına seslenerek seyredilme amacı nedeniyle. Yoksa başka türlü kullanılsın, işte eğitim amacıyla falan. Olabilir ama bu ne zaman olacak, nasıl olacak? Çünkü bu özünde ticari bir kuruluş, bu adam para kazanacak, adam görüyor pespayelik para ediyor. Senin az önce söylediğin meselenin temeli, bilmeden yapılan bir Marshall Mc Luhancı önermeye uygun bir davranış -bilmeden yapılan-. O, aslında geleneğe uyuyor. Gelenek nedir? Hacivat Karagöz geleneği. O programlarda olan şey Hacivat-Karagöz geleneği. Niye? Türkiye’de tarih boyunca hiçbir fikir hareketi boy vermemiş ki, böyle bir gelenek yok ki Türkiye’de. Yahut herhangi bir fikir hareketi Türkiye’de para etmemiş ki. Fikir dediğin şey, sadece hapse düşmene yol açmış, başının belaya girmesine yol açmış. O zaman ne oluyor? İster istemez toplumun tuttuğu gelenek ne? Böyle insanların huzuruna çıktığında Hacivat-Karagöz geleneği. O programlar birebir Hacivat-Karagöz’e uyuyor, birebir uyuyor.
Şimdi en popüler olan biliyorsunuz Ahmet Çakar, Erman Toroğlu meselesi. Yüzde yüz Hacivat-Karagöz formatıdır, orta oyunu formatıdır tamamen. Yani öyle mi dedin, böyle mi dedin, yok sen öyle konuşamasın vb. Şimdi Batıda da bu programlar var ve nasıl yapıldıklarını biliyoruz. Nasıl yapılıyor, gayet basit. Bir fikir temeli var, adamlar fikir söylüyor. Toplumsal yığınlar da onu, o şekilde algılamaya hazır. Yani seyredecekse, ilgi duyuyorsa ona göre bir konum alıyor ve müşteriyle birleşmiş oluyor. Bizde, en başa dönüyorum; o futboldan anlama meselesi mesela. Kesinlikle bilinçli olarak yapıyorlar. Kahve ağzıyla konuşuyor, kahveye hitap ediyor, kahvedeki vatandaşa sen de anlıyorsun diyor. O da dönüyor onunla özdeşlik sağlıyor. Birbirleriyle böyle bir yalan dünyada buluşuyorlar. Dolayısıyla birbirlerini yeniden üretiyorlar. Yahu nesinden anlıyorsun kardeşim?
– Ama herkes anladığı için de sık sık işte böyle antrenörler, gelen antrenörleri kimse beğenmiyor. Yani dünya çapında bir futbolcu. Ya Barselona’yı şampiyon yapmak ne ki, diyor işte.
İşte Sergen de o sezgiye sahip. Sergen, biliyorsun eğitimli bir insan değil ama durumu seziyor, insanların neye ilgi duyduklarını seziyor. Yahut mahallede kahveye falan gittiğinde; helal olsun Sergen Ağabey, nasıl geçirdin adama falan diyorlar.
– O taraftarlar oyunculuk döneminde, o taraftar profilini de biliyorlar aslında.
Biliyor, bu devran da böyle yürüyor, diyor.
– Ama bir de şöyle bir şey var. Bakıyorsun bütün o yorumları yapanlara diyorsun ki: siz madem bu kadar mükemmeldiniz niye göremedik sizi? Yani Türkiye’nin dışında herhangi bir takımda niye oynamadınız? Çünkü öyle bir tablo çiziyorlar ki bize, sanki dünyanın en kaliteli futbolcuları, işte Sergen üzerinden konuşalım; bu kadar yetenekli bir futbolcu ama bu yeteneğini hiçbir zaman için sahaya yansıtamayan ve devamlı olamayan bir futbolcu. Ama şimdi bize öyle bir anlatıyor ki-… da eleştiriyor-. Karşımıza tam o tipik, herkesin anladığı bir model çıkmaya başlıyor.
İşte aslında buna toplumsal ortam geçit vermemeli. Daha buna tepki duyacak, karşı durabilecek bir… Kişisel olarak başımdan da geçti. Dünya kupası sırasında Almanya’dayız. Erman Hoca, Altan’la birlikte aynı evdeler, bize kıyak yaptılar, -biz de Deniz hocayla beraberiz- onlar kuzeyde maç seçmişler. İlk on gün bizim de ev falan yok, öyle bir yerde kalırız falan diye gittik -gerekirse arabada kalırız falan-. Bir kalenderlik içindeyiz, kalacak otel ya bulursun ya bulamazsın. Neyse onlar evlerini bize verdiler on gün, on gün sonra döndüler. Çok büyük bir kıyaktı açıkçası. Günlük oteli asgari yüz dolar düşünsen ki o dönemde daha da pahalı zaman zaman, Erman Hoca cebime bin dolar koyuvermiş gibi oldu. Ama sonra tabii abuk sabuk şeyler yazıyor: Beckenbauer sahtekârlık yapmış gibi, öyle bir yazı yazdı, gülmekten yerlere yatarsın. Ben de aynı günlerde –adamın evinde oturuyorum- cevap yazdım: Almanya’nın ortası çarşı Erman Hoca Beckenbauer’a karşı, diye. Çok okundu, çok keyifli bir yazıydı. Dedim ki, benim gözümde Beckenbauer dünyanın en saygın spor adamları arasında ilk beşe rahatlıkla girer. Özellikle işte futbol hayatı -futbolcu olarak doruklarda-, teknik adam, kulüp başkanı, şimdi de Almanya 2006’nın organizasyon Komitesi başkanı. Bir adam daha ne yapabilir? Ama Erman Hoca, ünlü bir lokantada yemek yemiş, bir Türk de orada gevezelik edip durmuş: Ağabey, bu Beckenbauer’ı Almanya’da hiç sevmiyorlar vb… ama bu Hürriyet’e amiral gemisinde bayrak gibi dalgalanıyor, televizyonlara çıkıyor, konuşuyor. Tam bir tımarhanelik olay.
Şimdi doğru dürüst bir ülkede mekanizmalar buna geçit verebilir mi, böyle bir şey olabilir mi? Bunu komedi programı olarak dahi çıkarmazlar. O zaman bu çarpıklıklar medyada bizi çok sıkıntılı noktalara götürüyor. Elbette ki medyanın bütünü bunlar oluşturmuyor, bu bir haksızlık olur. Bunları görebilen, bunarla karşı tepki duyan, doğru dürüst yazılar yazan, sözler eden arkadaşlarımız da var. Genç kuşaktan pırıl pırıl adamlar var. İşte görüyorsun, bir Uğur Meleke, bir Mehmet Demirkol son derece sahici yazılar yazıyorlar. Futbolun da sporun da çıkmazlarına dürüstçe bir çözüm bulma yolunda işaret ediyorlar. Ama özünde büyük ağırlık, vatandaşı istismar üzerinden satılabilir-alınabilir gibi algı çok ön planda oluyor. Yani görüyorsun işte, Avrupa maçları öncesinde falan yapılan yayınlar bir türlü değişmiyor, hep bela çıkarmaya dönük, dün akşam İspanyol hakem tam bir maskaralık, ama Beşiktaş’ın lehine. Adamların nizami golünü vermedi, penaltılarını vermedi İspanyol hakem. İlk kırmızı karttan attığı tartışılır, çünkü iç içeler, o kadar net şekilde fırlamış değil biliyorsun Bobo, daha omuz omuzalar, sarıyla da geçiştirilir, neyse. Ama bu konudaki algı nedir? Bu gâvur hakemler her zaman bizim aleyhimize çalışırlar falan ve buna da Türkiye’deki milyonlarca insan hiç tartışmasız inanır. Hayır, oysa mesela bu konuyu incelemeye kalkığımızda daha sağlam veriler var elimizde. Nedir o sağlam veri? İşte, Şenes Ağabey dört yıl FIFA Hakem Komitesi başkanlığı yaptı, ondan da Türkiye’de çok az insanın haberi var. O dönemdeki etkileri, sonraki çalışmalar, sonrasında Türk futbolunun gösterdiği gelişmeler filan bu meseleyi önemli ölçüde değiştirdi. Eski yıllarda olup bitenler de zaten bizim doğru dürüst top oynamayıp, kavga-dövüşe çok daha yatkın olmamızdan kaynaklanıyordu. Derwall bana günlerce anlattı, bir Yusuf’u (Yusuf Altıntaş) nasıl adam edeceğim diye. Adam, sokak kavgası eder gibi gidip adama tokat atıyor diyor, maç sırasında. Bir de olur olmaz fauller yapıyor. Bunları nasıl halledeceğiz, bunları halletmeden biz Avrupa’da maç yapamayız dedi. Çünkü hemen gol yiyorsun, olmadık yerlerde fauller yapıyor sonucunda gol yiyorsun, arkasından kart görüyor, oyundan atılıyor ve bir anda zemini kaybediyorsun. Her şey karmakarışık.
“Nerede Türk taraftarı varsa Avrupa’da, orada olay var”
– Ve bütün bunların sonucunda da kendini değil, karşı tarafı sorumlu tutuyorsun. Bütün bu yaptıklarının sorumlusu kendi değil; adama tokat atıyor, bir şey yapıyor kırmızı kart görüp atılıyor, hakem bizi haksız yere attı diyor.
Kesinlikle. Bu çalışmanın içinde yüzde yüz yer alması gereken bir nokta: Nerede Türk taraftarı varsa Avrupa’da, orada olay var, biliyorsun. Daha önce Kopenhag’ı anlattım. Mesela en ünlü olaylardan biri de Roma’dadır. Roma’daki olayda ben tek başıma taca çıktım. Herkes, bütün Türkiye birleşti, bir tek ben aykırı. Arkadaşlar, ben de oradaydım! Sizin televizyonda gördüğünüz elbette işte saç çekti, birbirini itti. Onlara bir diyeceğim yok. Ama onun dışında söylenen yalanlar karşısında artık kusacağım. Çünkü üç arkadaşımız mesela alındı bir ara –fotoğrafçı arkadaş-, sonradan Fatih Altaylı onları gitti, aldı geldi. Bize anlattılar otobüste, kimlik sordu vb., çay ısmarladı… Ertesi gün, birkaç gün sonra gazetelerde İtalyan polisi bize nasıl alçaklıklar yaptı falan. Nasıl yaptınız bunu, beraber değil miydik, hiçbir şey olmadı demedin mi?
Benim başımdan geçti, biz Osman Şener’le birlikte nasıl böyle denk gelmişse basın tribününün en arka sırasındaydık. Maç bittikten sonra oradaki taraftarlardan biri elindeki ince boruyu –bayrağı çıkarmış ucundan- bize doğru salladı. İnan aramıza doğru falan biraz yaklaştı, bir metre kadar arkamızda kaldı. Bu ne oldu biliyor musun? Gece saat bir buçukta falan “Osman Şener’in kafasına vurdu taraftarlar”a dönüştü, o hale geldi. İşin eğlenceli yanı, bunu aktardığımız kişi de Orhan Ayhan yanımızda. Çünkü herkes bir şeyler anlatmaya başladıkça kimse eksik kalmamak için birbirini gazlamaya başladı. Orada o kadar somut bir olgu var ki, bizim ne kadar yanlış işlerin peşinde koştuğumuzu… Olimpiyat Stadı’ndan o akşam on beş carabinieri görev yapıyor. Şunun için söylüyorum, adam 60 bin kişiyi 15 carabinieri ile kontrol edebilecek uygarlık düzeyinde. Uygarlık düzeyinde, olayı doğru görelim. Yoksa oraya Türkler geliyor diye binlerce oraya jandarma dizecek falan… Hayır, öyle bir şey yok! Adam, Roma-Lazio maçı da oynuyor, bir yığın belalar da yaşıyor. Batılı zaten böyle yerlerde durmayı biliyor, nerede durması gerektiğini biliyor. Bizdeki gibi ille öyle ölümlü- kalımlı veya saldırılı falan, o kadar fazla olmuyor.
Şimdi asıl söyleyeceğim o değildi. Şimdi Roma’da sen varsın, o günlerde hatırla, Paris Saint Germen’le maç oldu, sen varsın, İspanya’ya gittin yine sen, Belçika’ya gittin yine sen varsın ve hepsinde de sen haklısın. Gazetecisi de böyle, taraftarı da böyle. Ahmet ağabey, önce o küfretti diyor mesela, en son söylediği bu. Her şey unutuluyor, önce o küfretti. Hayır, inanmıyorum, tanımıyor muyum ben bizimkini. Bizimki bela çıkarmak için bin bir pislik yapıyor, o da belli bir noktada illallah kardeşim, diyor. Bununla, Batılılar melektir, biz şeytanız filan demek istemiyorum, öyle bir şey yok ama ben gördüm olayların nasıl çıktığını, nasıl yaşandığını. Bir de bu anlattığım olayda, şimdi tamam hepsinde sen haklısın ama niye hep sen varsın olayın bir tarafında? Bunlar birbirleriyle yıllardır maç yapıyorlar. İngilizler, Fransızlar, İspanyollar, İtalyanlar, hep maç yapıyorlar. Olay, işte, on yılda, yirmi yılda bir. O da işte bize malzeme olsun diye, biz de onu durmadan; bak orada da olay çıkıyor falan. Hayır, çıkmıyor kardeşim! Orada yok denecek kadar az. Varsa da sebepleri başka türlü. Bizdeki çok başka türlü, aynı olaylar değil.
Mesela bizde o 2000’deki vahşet gibi bir olay bir daha dünyanın neresinde yaşanabilir? Ve o olay bile, hemen bin bir yalanla örtüldü. Hiçbir şey görmene gerek yok, orada olmana gerek yok. Yahu kardeşim, senin bayrağınla adamın ne derdi var, nereden bulacak senin bayrağını? Bayrağımıza hakaret etmiş, hayır, öyle bir şey yok. Ben orada ne yaşandığını, adımın Ahmet Çakır olduğu kadar iyi biliyorum. Hiç kimsenin bana anlatmasına gerek yok. En başta söyledim, taciz ederek eğlenme diye. En fazla iki holigan diyelim bir kızın peşine takılır, laf atarlar falan: Birlikte olalım mı, vb falan. Hepsi bu kadar. Çünkü o, kendi ülkesinde bunu daha fazla uzattığında başına neler geleceğini bilir. Polis alır götürür, anasını ağlatır. İnsanı rahatsız edemezsin o ülkelerde, biliyorsun. Onun ne yapacağı ne yapmayacağı belli. Peki, sen ne yaptın be adam ya? O iki adamı holigan göstermeye çalışıyorlar. Orada çok büyük bir medya skandalının başka boyutu da var. O olayı ben daha sonra da takip ettim. O olayı, Türk spor basınından, Türk basınından –spor olması önemli değil- hiç kimse, hiçbir şekilde araştırmadı. Buna karşılık Sunday Times’dan iki gazeteci geldi, onlar araştırdılar. Yani bu olaylar niye oluyor, bunun arkasında ne var, bu öldürenler nereden geldi? Onların yaptıkları birkaç günlük araştırmaların sonucu da -biraz takla attırılarak falan- bizim gazetelerde yer aldı belli ölçülerde. Bu, Türkiye’de yaşanmış gelmiş geçmiş en büyük spor medyası facialarından biriydi bana göre. Çünkü herkes işte kaçınıyor ondan, zaten böyle sahici-araştırmacı bir gelenek falan yok Türk basınında, Türk spor basınında hiç yok. Nasıl olsun? Aşağılık transfer yalanlarıyla çıkan bir gazete istediği kadar niteliksiz olsun, istediği kadar aşağılık olsun ister sağcı ister solcu, iyi-kötü fikir gazetesi denilebilecek bir gazetenin tirajını bir anda katlayabiliyor. Yani o gazete diyelim fikir gazetesi dediğimiz elli bin satıyor; o tamamen aşağılık transfer yalanlarıyla, hiçbir gerçekliği olmayan, en küçük bilgisi olmayan iğrenç şeylerle 150-250-350 bin satıyor.
Toplumsal doku o zaman çok sıkıntılı. Bu futbolun spor sınırlarını aşan boyutları buralarda çok fazla. Şiddetin, futboldaki şiddetin elbette ki toplumda her türlü sorunu şiddetle çözme anlayışının çok yaygın olmasından kaynaklandığı açık. Bugün en sağduyulu, en dengeli, en mantıklı insanlarda dahi belli birtakım konularda sıkıştıklarında şunu duyuyorsun: “Ağzına iki tane vuramadın mı?” falan diye rahatlıkla söylenebiliyor böyle bir şey, hemen söyleniyor. Yani o sorun şöyle çözülürdü, işte uzlaşma lazım, senin de onu dinlemen lazım, onun hakkı şudur, senin hakkın şudur, budur falan tarzında çağdaş ve uygar yaklaşımlar katiyen para etmiyor. Hemen “Ağzına iki tane vuramadın mı?” ölelim, öldürelim, biliyorsun taraftarlık söylemleri falan… Bunlar içinden çıkılması çok zor şeyler. Ama bence başlangıç noktası olarak yalanlardan vazgeçmemiz gerekiyor.
“Bizim futbolu sevdiğimiz falan yok”
Başka bir şey daha; mesela doğrudan ilgilendirir çalışmayı ıska geçmiş olmayayım. Simon Kuper ile Stephan Szymanski’nin bu Futbolun Şifreleri diye son kitabı çıktı. Orada futbolu sevmeyle ilgili çeşitli istatistikler var. Hangi ülkede, hangi yönden nasıl seviliyor, ne oluyor. Türkiye’nin adı hiçbir uluslararası istatistikte yok. Futbolu sevmekle ilgili hiçbir istatistikte Türkiye’nin adı yok, hiçbirinde yok. Peki, kardeşim, ne olacak bu yalanlarla? Bu yalanlarla nereye varılabilir? Ne yapılabilir bu yalanlarla? O zaman biz önce durumumuzu doğru tespit edelim.
Bizim futbolu sevdiğimiz falan yok. Samimi değiliz, öteki problemlerimiz çok fazla. Biz bunları doğru dürüst saptayalım. Sahiden ortada var olan hastalığı teşhis edip tedaviye niyetimiz varsa böyle başlamamız gerekiyor. Ama şu gün yapılan, “hayır öğle değildir, bizim taraftarımız aslandır, kaplandır, dünyada bir benzeri yoktur,” vb. Neyin benzeri yoktur?
Şimdi Beşiktaş için diyor dün akşam. Neyin benzeri yok? Rapid gibi vasat bir takım işte 22 milyon Euro bedeli. Beşiktaş’ın 95 bin Euro. 55 bin kişi tamamen dolu, 90 dakika tamamen tezahürat ve bittikten sonra da güle oynaya gidiyor. Budur kardeşim, budur. Senin neredeymiş? Efendim, Çarşıymış, pazarmış da, boş verin böyle masalları. Bunların uygar dünyada herhangi bir karşılığı yok. Onlar bir orijinallik olarak, evet nezaketen de söylüyorlar biliyorsun. Bu şeyde de vardı zamanında biliyorsun, futbolumuzun yerlerde süründüğü dönemlerde, Batılı teknik direktörlerin şöyle bir yaklaşımı –bizi de soruyordu, ne yaparız falan filan-, efendim Türklerin sağı solu belli olmaz. Bu bizde övgü olarak alınıyor. Ulan aptal adam daha nasıl hakaret etsin adam, ne söylesin.
Yani Türkler hiçbir b*k yapamazlar aslında ama bakarsın bir b*k yiyecekleri tutar da o da üç beş dakika sürer, adam onu söylüyor. Bugün de benzeri nezaketle birtakım değerlendirmeler yapıldığında tamamen asıl olayın tersine birtakım kozlar olarak rahatlıkla kullanılabiliyor, bak ne dedi, bilmem ne dedi. Hayır, adam nezaket gösteriyor, ne desin sana? Doğrudan doğruya bu şekilde işler olmaz diyemez ki. Efendim bazı sıkıntıları var ama aşacaktır inşallah falan diyor adam. Öyle der, onun terbiyesi öyle, konuşma şekli o, üslubu o. Başka ne diyecek adam? Onun için Beşiktaşlı olarak da diyorlar işte muhteşem seyircisi, çok etkileyici, şu-bu falan. Hayır, değil. Bunların hepsi manasız birtakım yalanlar, saçma sapan.
O yıllarda İrlanda’ya da gittik, İrlanda’da gördük. İrlanda seyircisi çok etkileyicidir. Depremde gittik, o günlerde 2000 Avrupa Şampiyonası elemelerinde denk gelmişti, iki İrlanda’yla da oynamak zorunda kaldık, hangisi hangisi karıştırıyor olabiliyorum. Bizim depremzedeler için çocuklar kutularda, Kızılay kutuları gibi kutular içerisinde para topluyorlardı. Aynı zamanda da işte vakti geldiğinde, diyelim maçın bir anında, birdenbire tufanlar yağıyormuş gibi bir gürültü oluyor maçta mesela, öyle bir taraftarlık anlayışı var onlarda. Böyle bütün boyutlarıyla içi keyif içinde yaşıyorlar. Bittikten sonra, yenilmiş de olsalar -3-0 yenilmişlerdi, Arif attı beş dakika içinde üç tane gol- hiç ne öyle yasa büründüler ne öyle bir şey. Bir maç oynandı, o maç kültürün gereği olarak desteklendi, edildi, herkes de ondan sonra evine gitti, bu kadar. Bizdeki gibi işte aman istifa yahut olaylar vb. bir yığın saçmalık.
– Sizin anlattıklarınızın bütününden çok küçük bir soru çıkarsam, bunu kendi aramızda da konuşuyoruz -sosyoloji birikimimizden de hareket ederek konuşuyoruz- bu meselenin, bu toplumun dönüşümüyle alakalı bir şey olduğunu söylüyoruz. Toplumsal dönüşüm meselesi bu. Yani siz ortadan başlanmamalı diyorsunuz ya, biz meseleyi ortadan alıyoruz, sondan alıyoruz. Bu yaşam alışkanlıklarımız, kültürümüz, en önemlisi zihniyet yapımız. Bu sorunu hayatımızın her alanında yeniden üreten mekanizmalar var. Dolayısıyla hiç kendimizi de kandırmaya gerek yok. Yapacağımız şey bundan sonra –bu süreç devam edecek- tabii ki temenni edeceğiz bunlar olmasın diye ama durumu kavramaya dönük hiç olmazsa daha aklıselim, daha mantıklı tartışmalar, daha bilimsel çalışmalar, şunlar bunlarla belki hakikaten o sisi dağıtmaya, dutumu kavramaya dönük bir şey olacak bizim için.
Az önce bir örnek vardı, “bütün olaylarda sen varsın” diyor. O bütün olaylarda var olan bir millet, dönüyor dolaşıyor “Türkün Türkten başka dostu yoktur” mantığını besliyor. O yapı sürekli kısır döngü gibi dönüyor.
İşte bu düşmanlık, herkesi düşman görme alışkanlığı işte şeyi yansıtıyor. Mesela spora yansıdığından ne çıkıyor: o kötü, bu kötü, yabancılar zaten kötü, adamların iyi futbolu bile dikkate alınmaz, şu antrenör kötü… Bizim zihniyet yapımız…
Ama işte o zihniyet yapısı nedeniyle işte Galatasaray beş milyon Euro. Bu ülke aslında o kadar zengin bir ülke değil.
En çok anlatılması gereken vakalardan biri bu. Aynı, şiddetle ilgili de bu. Yaptığın şiddet nedeniyle sen zarar görürsün gibi bazit bir mantık dahi bir türlü gündeme gelmiyor. Sen zarar görürsün. Bugüne kadar dünyada kendi yaptığı şiddetten dolayı zarar görmemiş bir kişi, kuruluş olabilir mi? Dönüp dolaşıp o senin ayağına dolaşır. Bir kere yasalar denilen bir şey var. Her türlü senin ayağına dolaşır. Görüyorsun, tribünde şiddet çıkarıyor, takıma iki maç ceza veriliyor filan. Bu kadar basit bir mekanizmayı dahi kurup işletmeyi beceremiyoruz. Olsun, yine geliyor küfrediyor yahut sahaya bir şey atıyor, atıyor ille de. Bu o zaman dönüp dolaşıp senin barbarlıkla suçlanmana kadar varabilecek bir süreci tetiklemiş oluyor. Zaten başka veriler bilmem ne var. Burada da dünya kadar, tekrar tekrar ceza almışsın, hiçbir şekilde bir adım atamıyorsun, hiçbir sonuç alamıyorsun. Dön dolaş hep aynı yerdesin.
O yüzden daha şiddetli bir silkelenmeye ihtiyaç var, daha çok bilgiye ihtiyaç var, boş konuşmadan sıyrılıp… Bu boş konuşma meselesinde de çok yıkıcı bir durum var, onun Çetin Bey çok üzerinde duruyor. İşte bu memleket bu yüz binlerce – sayısının ne olduğunu da bir türlü anlayamadım- 140 bin diyor, 140 bin erkek kahvesi çok yıkıcı bir olay. 140 bin kahvehanenin olduğu bir ülkede ne yapabilirsin, hiçbir şey yapamazsın.
– Çalışan kadın oranı bize bir fikir veriyor değil mi? Bunları yan yana getirdiğimiz zaman resim çıkıyor zaten. Kadınların çalışma oranı, kahvehane sayıları, işsizin sayısı. RTÜK başkanının açıklamasında vardı, diyor ki: öğrenci 900 saat ders alıyor, 1200 saat televizyon seyrediyor. Bu çok açık yani.
Az önce resim oluşuyor dedin, yalnız resmi görmene de izin vermiyorlar. O noktada da başlıyor bir yığın gürültü patırtı. O kadar da kötü değiller. Nesi kötü değil, iyiydi, kötüydü. Bu çok açık bir olgu, toplumsal bir olgu. Bunun yıllar önce öyle çarpıcı bir boyutuna tanık oldum ki, o gün bugündür bu kafamda çok geniş bir yer tutar.
İstanbul radyosunda yayın şefiydim ben, 1970’li yılların sonları, 1978-79 filan, zor günler. İstanbul radyosunda TRT-Der kurulmuştu, İstanbul Şube başkanı Refik diye çok değerli bir arkadaşımızdı. TRT-Der tabi solcu bir kuruluş ben de genel sekreteriydim işte. Bir akşam şoförümüz, İmdat diye Rizeli bir şoför bizi bir yere götürüyor. Refik de o akşam çok bunalmış, haberlerden falan, -zaten haber dediğin şey, insanın içine böyle kurum gibi akan, zehir gibi akan, işte öldü, öldürdü orada beş kişi, burada on kişi, o sağcı, bu solcu falan korkunç bir tablo. Nereye doğru gittiğin gün gibi ortada. Refik de işte onun sözünü eden bir analiz yaptı işte bu iş buraya gidiyor falan, kardeşim söyleme de olmasın dedi. Yani o korkunç toplumsal durumların bilmem nelerin hiç önemi yok, bir konumla ilgili analiz yaptı, söylem, olmasın dedi. O gün bugündür çok net kafamdadır. Ortalama vatandaşın bu mesleğe bakışının ne kadar yıkıcı olabileceğinin çok çarpıcı bir örneği.
Başlık Meriç Köyatası‘nın kitabına ait ve alt başlığında Ekonomide Karşı Devrim ifadesi de yer almakta. Meriç Köyatası, Türkiye’nin özel televizyon macerasına başladığı dönemin önde gelen isimlerinden bir tanesiydi ve Magic Box Star 1’de haberlerin bitiminde yorumları ile olan biten hakkında değerlendirmelerde bulunurdu. Son kitabının gerçekten ufuk açıcı ve bir o kadar da düşündürücü olduğunu söyleyerek başlayabilirim. Her şeyden önce ekonomi bu ülkede herkesin çok ama çok iyi bildiği bir alan görünümünde olmakla birlikte başımıza ne geliyorsa yine bu çok bilmişliğimizden geldiği gerçeğini de göz ardı etmemeliyiz. İşte tam bu noktada yazar, önce kapitalizmin dünü, bugünü ve yarınına ilişkin çok nefis bir özet bakışı bizlere sunuyor. Savaşlar ve krizler arasındaki ilişkinin yanı sıra neoliberalizmin hayatımıza girişi ve teknolojinin kat ettiği devasa mesafe sonrasında geleceğe ilişkin öngörülerini paylaşıyor:
“Dünya neoliberal sistemin kırılmasıyla birlikte yeni bir siyasal ve ekonomik döneme girecek. Yeni bölüşüm modelleri-çatışmaları çıkacak. Olası iki yol görülüyor. Ya büyük sermaye ve teknoloji kontrolünde dijital diktatörlükler ve faşizm yaşayacağız. Ya da güçlü demokrasi ve güçlü sosyal devleti kuracağız” (s.30).
İkinci bölümden itibaren kitabın önce Osmanlı devletinin dağılış sürecine oradan da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması dönemine odaklandığını ve okuyuculara bu doğrultuda toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatımızda nelerin yaşandığına ilişkin bilgilendirmelerin yapıldığını görüyoruz. İşte tam bu noktadan itibaren daha sonra fabrika ayarları diye niteleyeceği anlayışın, cumhuriyetin kuruluş aşamasında nasıl bir serüven içerisinde meydana geldiğini ortaya koyduğu satırlarla karşı karşıya kalıyoruz:
“Cumhuriyetin kuruluşu ve inşasına üç ayrı pencereden bakarsak, aydınlanma devrimlerinin ruhunu, çok daha iyi kavrayabiliriz. Bir pencere, cumhuriyetin, yeni devletinin hukukunun, üst yapısının kurulmasıdır. Başka bir deyişle cumhuriyetin birinci taşıyıcı kolonu, hukuktur, yeni yasalardır, anayasadır, devletin örgütlenmesidir. Osmanlı Devleti’nin batış nedenlerinden bir tanesi, sanayileşememesidir. Buradan hareketle cumhuriyetin bir diğer önemli taşıyıcı kolonu sanayileşme hareketi olacaktır…Aydınlanma devrimlerinin üçüncü önemli taşıyıcı kolonu, tarımda ve kırsal kesimde yapılacak olan hamleler. Bunun için birbirinin tamamlayıcısı iki önemli hamle var. Birincisi toprak reformu. Diğeri de kırsal kesimde eğitim hamlesi. Sonraki bölümlerde değineceğimiz gibi, karşı devrimin en büyük direnişi, hamlesi ve mevzi kazanması bu iki alanda oldu. Bugün yaşadığımız birçok sorunun temelinde aydınlanma devrimlerinin, kırsalda ve tarım kesiminde başarıya ulaşmamış olması yatar” (s.34-35).
Üçüncü bölüm Atatürk döneminde ekonomiye ayrılmıştır. Burada planlı ekonomiye geçiş süreci ve bunun için yapılan dış gezilere ilişkin de bilgiler yer almaktadır:
“1934 yılı başında Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlıkları tamamlanır. Sovyetler Birliği’nin kredi ve teknik yardım protokolü imzalanır. Kerdi 8 milyon dolara karşılık gelen 16,5 milyon Türk lirasıdır. 20 yıl vadelidir, faizsizdir ve en önemlisi geri ödemeler Türkiye’den yapılacak ihracatla olacaktır. 1934 yılı, sanayileşmede büyük hamlelerin yapıldığı yıl olur. Arka arkaya birçok Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) devreye girer” (s.55).
Dördüncü bölümden itibaren karşı devrimin Türkiye’ye girişi ve etkileri üzerinde durulmaya başlanıyor. Çiftçiyi topraklandırma yasasının daha en başından ölü olarak doğduğu dile getiriliyor. Mustafa Kemal’in bütün söylemlerine karşın bu konuda bir türlü istediğini gerçekleştirememiş olmasına vurguda bulunuluyor:
“Peki bu kadar güçlü olan Mustafa Kemal Atatürk, mecliste dört kez gündeme getirmesine rağmen neden Toprak reformu kanununu geçiremiyor? Toprak meselesi zor soru. Kolay bir yanıtı yok. O nedenle, bu sorunun yanıtını ararken, Osmanlı’da Tanzimat öncesi ve sonrası dönem toprak mülkiyeti ile cumhuriyetin ilk yıllarındaki toprak mülkiyeti gelişmelerine kısa bir göz atalım” (s.77).
Toprak reformu birlikte yürümesi gereken bir diğer husus ise köylülerin eğitim sürecinin hızlandırılmasıdır ki bu noktada köy enstitüleri aracılığıyla mesafe kat edilmeye başlanır ancak burada da benzer bir durum yine gelişmelerin akamete uğramasına yol açacaktır. Yıllar önce Ruşen Çakır ile yaptığı konuşmada rahmetli Şerif Mardin hocamız çok önemli bir ifadeyi kullanmıştı; Öğretmen, imama yenildi demişti. 1927 nüfus sayımında ülke nüfusunun dörtte üçünün kırda yaşadığı gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Bu dengenin 1985 nüfus sayımı sonrasında kentlerin lehine doğru (yüzde 53-yüzde 47) değiştiğini de ekleyelim. Yazar bu noktada Cumhuriyet Halk Partisinin nasıl bir yol izlediğini ve Köy Enstitülerinin kapanış sürecini yine bu bölüm içerisinde ele alıyor:
“İstiklal Savaşı ve Lozan kahramanı İsmet Paşa’nın, karşı devrime direnemediğini görüyoruz. Karşı devrimin toprak reformu ve köy enstitülerine yönelik darbesinden sonraki en büyük ikinci darbesi de yine, 1945’li yıllarda sonraki sayfalarda açıklamaya çalışacağımız baskılar sonucunda İnönü’nün ABD ile savunma anlaşması yapmasıdır. Bu anlaşmanın devamında ve özellikle Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye, ekonomik-askeri-siyasi olarak bağımsızlığını kaybetti ve Amerika’nın uydusu haline geldi” (s.97-98).
Kitabın içerisinde eleştireceğim noktaların başında gelen ele alınan dönemden günümüze dönük ışınlanmalar şeklindeki açıklamalar kısmı gelmektedir. Güncel ile dönemsel yaşananlar arasında ilişki kurma anlamında bir bağ var gibi gözükse de birdenbire olan bitenin ne olduğu anlaşılmadan yargı verilmesi gibi durumlar ortaya çıkabiliyor ki böylesi iyi kaleme alınmış bir kitap açısından ne yazık ki buna hiç ama hiç gerek yok!
“Bugüne çok kısa bir dönüş yapalım. 1945 yılında cumhuriyetin kurucu iki unsuru CHP’nin ve ordunun muhafazakarlaşmaya, karşı devrime teslim oluşu ile Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu yönetimindeki yeni CHP’nin tavrı çok net örtüştüğüne tanık oluyoruz. İki genel başkan döneminde de CHP içindeki Atatürkçü unsurlar temizlendi. Atatürk ve laiklik karşıt unsurlar tepeden inme parti üst yönetimine ve milletvekilliğine getirildi. Özellikle 14 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimlerinde Atatürkçü söylemden vazgeçildi, siyasal İslamcı partilerle ittifak yapıldı. CHP listelerinden 40 kadar siyasal İslamcı milletvekili olarak meclise taşındı. Türk Silahlı Kuvvetlerinden Atatürkçü subaylar uzaklaştırıldı, orduda tarikatların etkisi artırıldı” (s.99).
Kitap içerisindeki en uzun bölümlerden bir tanesi olan dördüncü bölümde İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi sonrasında yeni dünya düzeni ve buradaki Truman Doktrini ile Marshall Yardımı ve Sovyetler Birliğinin Türkiye’ye yönelik yaklaşımlarına da yer verilmektedir.
Beşinci bölüm 1950 ila 1960 yıllarına ve bu dönemdeki Demokrat Parti iktidarının, Amerika Birleşik Devletleri ile olan bağlantısı ile ortaya çıkan yeni gelişmelere, örneğin NATO’ya üye olma ve sonrasında olup bitenlere ayrılmıştır:
“Dönemin en önemli ekonomik göstergesi, dış ticaretin sürekli açık vermesidir. Türk ekonomisi 1948 yılına kadar dış ticarette hep fazla verirken Marshall Planına dahil olup dış yardım almaya başladıktan bugüne kadar sürekli dış ticarette açık veren ülke konumuna girdi. Bu batağa saplanmada özellikle 1952 sonrası uygulanan politikalar etkili oldu” (s. 128).
Altıncı bölümde 1961-1980 planlı ekonomi-çalkantılar ve askeri darbelere ayrılmıştır. Türkiye’nin toplumsal tarihinin ekonomi ile olan bağlantısını öğrenmek isteyenler açısından son derece iyi analizlerin yer aldığı ve yerinde kaynakların kullanıldığı bir çalışma olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yedinci bölüm Karşı devrimin ekonomide üçüncü büyük hamlesi başlığını taşıyor. Kitabın önsözünü de yazan Bilsay Kuruç hocanın da içerisinde yer aldığı 4. Kalkınma planının ülke tarihi açısından neden büyük bir önem taşıdığı kadar bu planın hayata geçirilmeyerek 24 Ocak kararlarının yürürlüğe sokulmasının arkasındaki Dünya Bankasının etkileri ve daha sonra ortaya çıkacak olan gelişmeler üzerindeki yansımalarına yer veriliyor:
“1978 yılında Ecevit’in DPT Müsteşarı Prof. Dr. Bilsay Kuruç ve ekibi 4. Kalkınma Planını hazırlar. Plan, Türkiye’nin montaj sanayisinden çıkıp ihracata rekabet edebilecek orta ve yüksek teknoloji sanayiler kurmasını, yatırım malları ve ara malları üretimini arttırmasını hedefler. Türkiye, makas değiştirmek istemektedir. Planda korumacılık ve kapalı bir ekonomi modelinden vazgeçiş vardır. Ama dünyaya açılırken 24 Ocak 1980’de olduğu gibi, pazarı teslim eden politikalar yerine, rekabet edebilen bir sanayi ile net ihracatçı bir ülke olmak hedefi vardır. IMF, Dünya Bankası ve OECD plana da şiddetle karşı çıkar. Yapmak istedikleri şey, Türkiye’yi planlamadan uzak tutmak…Tarih 1978 yılında tekerrür eder. Çoğu kişi hatırlamaz. Kemal Derviş 2001 krizinden önce de Türk ekonomisinde önemli bir rol oynamıştı. Thornburg yerine bu kez Kemal Derviş-Robinson Raporu ortaya çıkar” (s. 139).
Kitabın içerisinde bu planın nasıl engellendiği ve burada ülkenin sermaye sınıfının nasıl bir rol üstlendiğine ilişkin bilgiler de yer alıyor.
Sekizinci bölüm karşı devrimin ekonomideki dördüncü hamlesi olarak Kemal Derviş tarafından hayata sokulan istikrar programı ve bu programın Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından harfiyen uygulanması sonucu ortaya çıkan gelişmelere odaklanıyor. Önce son yirmi yıl içerisinde ülkeye giren yabancı sermaye miktarının ne olduğunu ortaya koyuyor daha sonra da bu paraların nerelere harcandığı üzerinde duruyor:
“351 milyar dolarlık yeni dış borç girişinden söz ediyoruz. AKP döneminde 430 milyar dolar doğrudan yatırım, portföy yatırımı yabancı sermaye, 351 milyar dolar dış borç toplam 783 milyar dolarlık bir yabancı kaynak girişi var. Muazzam bir kaynak… Bu paranın küçük bir kısmı bile yüksek teknolojiye, yüksek katma değerli sanayi alanlarına yatırım olarak girseydi, bugün Türkiye bambaşka bir yerde olacaktı. Nereye gitti bu paralar? Yanıtı belli…Betona, ithalata ve beton ve ithalat işlerini organize edenlerin komisyonlarına…” (s.167). Bölümün sonunda AKP Lale Devrinin özet sonuçları üzerinde duruluyor. “Ekonomide yolsuzluklar, bütçe açıkları, normal bedellerinin üç katı hatta on katına varan hazine garantili dövizli ihaleler, nüfuz ticareti yoluyla yandaşlar zenginleştirildi. Türkiye’nin 80 yılda yaptığı fabrikalar, limanlar, işletmeler ya yok pahasına satıldı ya da yine çok düşük değerlerle satılan fabrikalar kapatıldı, arsalarına AVM ve konut inşaatları yapıldı. Orta sınıf çökertildi. Toplum iyice yoksullaştırıldı. Orta sınıfın çökertilmesindeki amaçlardan bir tanesi de siyasal olarak toplumun demokratik direnme hakkını kısmak idi. Toplumların gücünü zayıflatmanın yolu, onları yoksullaştırmak, dillerinden ve tarihlerinden uzaklaştırmaktan geçiyor. Sefaletin bilinçli bir şekilde yaygınlaştırılması, Türk tarihi ve kültürünün Arap kültürüne dönüştürülmesi çabalarının altında yatan gerçek neden kısaca bu” (s. 171).
Dokuzuncu bölüm AKP’nin ekonomideki yirmi yıllık karnesinin nasıl bir görünüm arz etmekte olduğunu gözler önüne sermekte:
“Bir dönemin ya da bir iktidarın genel olarak ekonomik performansını değerlendirirken önce beş temel göstergeye bakarız. Bu beş temel gösterge büyümedeki (GSYH) performans, işsizlik, enflasyon, dış denge ve iç denge… Ekonomi, politikadan ayrılamaz ve esasında bu beş temel göstergeye bakmanın temel amacı da toplumun ve insanların refahındaki değişmeleri ölçmek ve gözlemlemektir. O nedenle, bütün bu göstergelerden hareket ederek varacağımız ana gösterge, bölüşüm (gelir dağılımı) ve uluslararası karşılaştırmalarla yaşam kalitesi standartlarıdır” (s.172).
Yazar büyüme göstergesi ifadesinin kullanırken aynı zamanda bu döneme ilişkin önemli bir kavramı da bizlere armağan etmekte; Hormonlu ve Zehirli Büyüme. AKP iktidarının ilk on iki yılında çıplak gözle bakıldığında büyüme rakamlarında bir ivmenin yakalandığına ancak 2018 sonrasında bu durumun tersine döndüğünü ortaya koyuyor. 2018 yılından önce hormonlu büyüme kavramını kullanırken bu kavramı bu tarihten sonra zehirli büyüme olarak değiştirdiğini şu şekilde açıklıyor:
“Türkiye büyüdükçe borcu artıyor, çok az bir kesim hariç toplumun önemli bir kesimi refah kaybına uğruyordu. Büyümenin faydası değil zararını görüyorduk. Bu kadar büyümeye rağmen işsizlik ise hiç azalmıyordu. Hormonlu büyüme kalitesizdi ve sürdürülebilir değildi ama hiç olmazsa büyümeden elde edilen refah adil olmasa bile bir ölçüde topluma yansıyabiliyordu. Oysa zehirli büyümede kazanan sadece bir avuç imtiyazlı kesimdi” (s.173).
Tabii bu noktada özellikle enflasyon, büyüme ve işsizlik rakamları için kullanılan istatistiksel verilerin güvenirliliği tartışmasını da yapıyor. Büyümedeki kuşkular, enflasyon rakamlarının hesaplanması meselesinde adeta tavan yapıyor. Kişi başına gelir konusunda ise önemli bir noktaya da parmak basıyor.
“Kişi başına gelir hesabı yapılırken sadece kendi nüfusumuzu alıyoruz. Oysa son on yıldır Türkiye’ye geçici olarak geldiği söylenen sığınmacılar kalıcı oldu. Sayıları ise tam olarak bilinmiyor. Temmuz 2023’te Göç İdaresinin yaptığı bir açıklamada, illerdeki sığınmacı sayısının birçok ilde nüfusun yüzde 20’yi aştığı belirtilmişti. Kamuoyundaki genel tahmin sığınmacı sayısının 10 milyon kişiyi aştığı yönünde. Bu durumda kişi başına milli gelirimiz 2022 yılında 85 milyon nüfusa göre 10 bin 620 dolar seviyesinde iken 10 milyon sığınmacı ile 95 milyona bölündüğünde 8 bin 600 dolara düşüyor” (s. 175-176).
Bu bölüm içerisinde ülkenin son yirmi yılında ekonomi tablosunda yaşanan gelişmelere ilişkin ayrıntılı veriler ve cumhuriyetin daha önceki yıllarındaki ekonomik tabloda olup bitenlerin kıyaslamalarına da yer verilmekte. Servet transferinin nasıl gerçekleştirildiğinin yanı sıra özelleştirme ve kamu şirketlerine ilişkin değerlendirmeler de yine bu bölümde okuyucularla buluşmakta.
Onuncu bölüm son yirmi yılın kısa bir özetini içermekte. Neoliberalizmin Türkiye’ye biçtiği rolün bu dönem içerisinde ne gibi sonuçları ortaya çıkardığı bu bölümde tartışmaya açılırken eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki farklar üzerinde duruluyor:
“AKP iktidarı ile birlikte ekonominin yapısında da büyük bir kırılganlık oluştu. Kendi kendine yeten, kendi yağı ile kavrulan bir ekonomi büyük bir dış borç çıkmazının içine sürüklendi. Ayaklarının üzerinde duramaz hale geldi. Ekonomi artık dönemsel krizler yerine, kalıcı bir kriz sarmalının içine sürüklendi. Tamamen dış borca bağımlı bir yapı oluştu. Ekonomi büyüdükçe, borçların şiştiği cari açığın büyüdüğü hastalıklı bir yapı oluştu. İşsizlik, enflasyon kronikleşti…Toplum yoksullaştıkça, orta sınıf güç kaybettikçe, temel hak ve özgürlükleri aramaktan çok öncelikler açlıkla ve barınmayla mücadeleye kayıyor. Sadaka toplumuna dönüşüyor. Toplumun itiraz hakkı, iktidara rıza gösterme pasifliğine dönüşüyor” (s.195).
Kitabın ikinci kısmı Türkiye için çıkış yolu arayışları başlığını taşıyor. Ülkenin fabrika ayarlarına dönmesi ifadesinin öneminin yanı sıra bunun nasıl gerçekleştirilebileceğine ilişkin yazarın kişisel görüşleri yine bu bölümden başlayarak kitabın sonuna kadar okuyucular ile buluşturulmakta:
“Bu politikalarda acı ilacı, dar gelirlilere yıkmadan çözmek mümkündür. Devletteki kara delikleri neden olan hazine garantili köprü, otoyol, havaalanı, şehir hastaneleri ve kamu kurumlarının şatafat harcamalarında, asalak vakıflara aktarılan kaynaklardan kesintiler, kısıntılar ve iptaller yapılmalıdır. Bütçe harcamalarındaki kısıntıyla birlikte gerçekçi faiz ve para politikaları ile istikrar sağlanır. Bütçe harcamalarında elde edilecek tasarrufların bir bölümü, can suyu olarak tarıma ve hayat damarları kesilen emeklilere ve dar gelirlilere aktarılmalıdır…Toplumsal huzuru sağlamak için yapılması gereken ilk iş, aynı zamanda ülkenin bekasını da tehdit eden sığınmacı sorununu, hiç zamana yaymadan üç-altı ay gibi sürede çözmek ve gelenleri geri göndermektir” (s. 213-214).
Devletin yeniden inşası, cumhurbaşkanlığı, parlamento, yargı, dış politika, savunma, asayiş, insan hakları, ekonomide yeniden yapılanma, tanımlamalar ve kalkınma modeli, kamusal mülkiyet, temel haklar, sosyal devlet, planlama ve fiyat mekanizması gibi başlıklar aracılığıyla neler yapılması gerektiğine ilişkin görüşlere yine bu bölümde yer veriliyor.
Yazar, ekonomi politikalarının beş temel kolonu olarak adlandırdığı Eğitim-Planlama (tarım, turizm, enerji ve madenler, ulaştırma, lojistik)-Para politikaları-Sosyal devlet, vergi ve maliye ile son olarak Özelleştirme, kamulaştırma, hesap sorma, şeffaf devlet anlayışına ilişkin görüşlerini sıralamaktadır. Kitabın son sözünde ekonominin geleceğine ilişkin bir çıkarıma yer verilmektedir:
“Belki de yeni sınıfsal çatışma ya da toplumsal uzlaşma (sosyal barış) konusu ‘kamusal mülkiyet’ kavramı ve tanımlaması üzerinde olacak. ‘Ekonomi, merkezi plan ya da serbest piyasaya bırakılmaz. Yerini algoritmalar alır’ düşüncesi yeni bir sistem arayışına ve sisteme dönüşebilir. Üretim sürecinde makineler ve robotların egemen olduğu bir yapıda, başta yaşam hakkı ve özgürlükler olmak üzere insan hakları ve yeni bölüşüm ilişkileri yeni bir ütopya arayışları tartışılacak. Bu tartışma sürecinde milyonlarca insanın yok olma tehlikesi de gündemde kalacak. Yakın gelecekteki teknolojik gelişmeler, kısa vadede küçük bir siyasal grup ve şirketlerin faşizmine mi yoksa güçlü bir sosyal devlete mi dönüşecek? Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde, kısa vadede insanlığın ve demokrasilerin yanıt vermesi gereken soru bu. Ama bizim ilk yapmamız gereken şey, süratle içine çekildiğimiz Orta Çağ karanlığından kurtulmak, Türkiye Cumhuriyeti’nde Atatürk İlke ve Devrimlerini yirmi birinci yüzyıl şartlarına yeniden egemen kılmak” (s. 236).
Son derece doyurucu ve bir o kadar da öğretici bir çalışma var elimizde. Dipnotların gösterilmesi konusunda biraz daha farklı bir yolun izlenebileceği eleştirisi ile yazı içerisinde belirtmiş olduğum zaman zaman büyük sıçramaların olması hususunu bir kenara koyduğumuzda çalışmanın Türkiye’nin ekonomik serüveninin başlangıcından günümüze kadar nasıl bir seyir izlediğini öğrenmek isteyenler açısından ufuk açıcı olduğunu söyleyebilirim. Çalışmanın sunuş kısmında Bilsay Kuruç hocamızın belirtmiş olduğu Türkiye’de son yirmi yılda ortaya çıkan gelişmelerin toplumsal hayatımıza olduğu kadar siyasete ve kültüre olan yansımalarına ilişkin de çok daha fazla sosyolojik çalışmaya ihtiyacımız bulunuyor. Ekonomik alanda yaşanan büyük erezyon toplumsal hayatın içerisinde müthiş karşıtlıkları oluşturmuş olduğu gibi değerler skalasında da büyük oynamalara yol açmakta. Bu durumun ülkenin insan kaynağı üzerinde olduğu gibi ahlak ve geleceğe ilişkin beklentiler hususunda da müthiş etkilerinin olduğunu kafamızı çevirdiğimiz her noktada rahatlıkla görüyoruz. Müthiş bir vasatlaşma ve bu vasatlaşma ile ortaya saçılan gücün etrafında her şeyi yapabileceğini zannedenler topluluğu ile karşı karşıyayız. Ekonomi ve hukukun devre dışı kalması ahlakın ve çürümenin de devasa boyutlara ulaşmasına yol açıyor. İşte Meriç Köyatası bu gidişatın nasıl sona erdirilebileceğine ilişkin kendi görüşlerini ortaya koymak suretiyle farklı bir bakış açısının mümkün olabileceğini ortaya koymuş oluyor.
* Meriç Köyatası ‘Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Türkiye’nin Fabrika Ayarları Ekonomide Karşı Devrim’ Naviga Yayınları, İstanbul, 2024
Türkiye’nin ilk basketbol spikeri olan büyük Karşıyakalı Necat Kuymulu ağabeyimizi çarşamba günü toprağa verdik, ruhu şad olsun. Ailesi ve tüm sevdiklerinin başı sağ olsun.
Sporda kullanılan fiziksel beceriler bir gün yok olup gider ancak karakter yapıları, varlıklarını ömür boyu sürdürürler… Paris 2024 geçtiğimiz pazar günü sona erdi ve bu kez de olimpiyat oyunlarında elde edilen madalya sayıları üzerinden bir tartışmanın fitili, ülkemiz açısından ateşlenmiş oldu. Birbirinden farklı değerlendirmelerin yapıldığı sosyal medya mecralarında en dikkat çekici olan hususun 1984 Los Angeles Olimpiyatları’ndan bu yana yani tam kırk yıl sonra yine altın madalyasız bir organizasyonu tamamlamamız olması ve buradan hareketle var olan iktidara yönelik eleştirilerdi. Olimpiyatlarda ve genel olarak sporun bütün branşlarında başarıyı sadece ve sadece kazanma kültürüne indirgediğiniz anda ne yazık ki asıl meseleyi ıskalamaya başlarsınız. Ülkemizde olanın ise her daim bu minval üzerinde gerçekleşmesi ise var olan durumun ne teşhisini ne de tedavisine dönük bir adım atabilmemize olanak sunmamaktadır. Bu yüzden de bu kez maddeler halinde olan biteni ve üzerinde düşünülmesi gerekenleri sıralamayı tercih ediyorum.
İlk olarak sporu tüm ülke sathına yaymak zorunda olduğumuzu artık anlamak durumundayız. Aksi halde sporun kitleselleşmesini sağlayamadığınız gibi elit sporun kaynağını oluşturacak havuzu da derinleştiremiyorsunuz. Ve tabii ki bu madde ile bağlantılı olan ikinci maddedeki spor kültürünün yaygınlaşmasına ve başta atletizm olmak üzere diğer tüm spor dallarında başarılı sonuçların gelebilmesinin de önünü daha en baştan tıkamış oluyorsunuz. Son yıllarda izlediğim en fazla katılımın olduğu ve tribünlerin müthiş bir coşku ile sporcuları desteklediği bir organizasyonu geride bıraktık. 2036 yılına talip olan İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bu girişimi son derece kıymetli olmakla birlikte 2005 yılında olimpiyatlardan sonraki en büyük organizasyon olan Dünya Üniversite Oyunları Universiade’ye İzmir kentinin ev sahipliği yaptığını ve buradaki seyirci sayılarındaki hayal kırıklığını hatırlatmak isterim. Başarı endeksli bir spor kültürüne sahip olduğumuzu ve bunun ülkemizdeki en çok izlenen futbolda da farklı bir görünüm arz etmediğini aklımızdan çıkarmamak durumundayız. Bu yüzden de spor kültürü oluşturma meselesinin beraberinde sporla barışma ve sporu kitleselleştirme anlayışları ile yürümek durumunda olduğunu da göz ardı etmemeliyiz.
Üçüncü olarak olimpiyatlar farklı branşlarda yarışacak olan sporcuların yetiştirilmesi meselesidir de aynı zamanda. Yıllar içerisinde kazanmış olduğumuz madalya sayılarına baktığımızda ise en çok madalya kazandığımız branşımızın ata sporumuz olarak adlandırdığımız güreş. Güreşin yanı sıra bugüne kadar madalya kazandığımız diğer branşlar ise şöyle sıralanmaktadır: Halter, Taekwondo, Judo, Boks, Karate, Atletizm, Okçuluk, Jimnastik, Atıcılık. Takım halinde yapılan spor dallarında listede olmadığımızı ve pek çok dalda ise neredeyse hiç olmadığımızı da eklemek durumundayız. Bu madde ile ilgili asıl üzerinde durmamız gereken husus ise bu sporcuların yetiştirilme meselesinde neden veyahut niçin bir türlü mesafe kat edemediğimiz hususudur ki bu noktada ülkemizin spor bilimcilerinin de biraz suya sabuna dokunmaları gerekiyor. Bir başka ifade ile devletin kendileri için sunduğu konfor alanlarından çıkmak suretiyle bu ülkenin spor kültürünün oluşturulması için somut önerileri ortaya koymalarının tam zamanıdır. Bu noktada bilgi mahiyetinde çeşitli olimpiyatlardaki madalya sayılarımıza ilişkin küçük bir bilgiyi de bu maddeye ekliyorum: 1960 Roma olimpiyatları altın madalya açısından yedi altın madalya ile en başarılı olduğumuz olimpiyattır, İkinci sırada altı altın madalya ile 1948 Londra ve üçüncü sırada da dört altın madalya ile 1996 Atlanta olimpiyatları yer almaktadır. 1956 Melbourne, 2000 Sidney ve 2004 Atina olimpiyatları da üçer altın madalya kazandığımız organizasyonlardır.
Dördüncü nokta olimpiyatların ardından hesap sorulacaktır diyen spor bakanımızın açıklamalarına ilişkin olarak öne çıkıyor. Liyakatlı kadroları işbaşına getirmediğiniz her alanda olduğu gibi spor alanında da sonuç benzer bir şekilde noktalanıyor. Oysa Nisa suresi 58. Ayette ‘Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emrediyor’. Yine bu madde ile bağlantılı olarak beşinci maddede sayın bakanımızın başarısızlık karşısında hesap sorulacağını belirtmiş olduğu federasyonlar acaba nasıl iş başına geliyorlar? Söz konusu bu federasyonların başarısızlığı için gereği yapılacaktır diyen bakanımızın, tüm bu yaşanan gelişmelerdeki sorumluğu nedir? Sorumsuz sorumlular ülkesinde yaşanan gelişmeler karşısında sürekli olarak belirli günah keçilerinin üzerine yüklenen cezalar ile durum kotarılamaz!
Altıncı olarak bu ülkenin iktidara talip olduğunu belirten muhalefetinin spor alanında nasıl bir politika izleyeceğine ilişkin ortaya hiçbir şey koymaması tuhaf değil mi? Paris’e gidip 2036 yönelik propaganda faaliyetlerinde bulunmak ve Filenin Sultanlarının karşılaşmasına gitmek de bir şey elbette ancak bahsettiğim bunların çok ötesinde bir bütünlük içermektedir ve ne yazık ki burada da ana muhalefet partisi sınıfta kalmaktadır.
Asıl üzerinde durmamız gereken hususlar ise buradan sonra başlıyor ve yedinci başlığımız da başarıyı nasıl tanımlamamız gerektiği ile ilgili? Sevgili dostum Ahmet Ak’ın Dünden Bugüne Olimpiyatlar kitabının kapağında şu cümle dikkat çekici olarak yer almaktadır: Olimpiyatlar Ülkelerin Spordaki Başarı Terazisidir. Olimpiyat oyunları dünya tarihin en kitlesel organizasyonlarıdır ve olimpiyatlara katılmak, madalya kazanmanın ötesinde bir anlamı ifade etmektedir. Ancak zaman içerisinde olimpiyat oyunlarının ideolojik bir alana dönüştüğü gerçeğini ve buranın aynı zamanda ekonomik ve medyatik bir yapıyı da barındırmakta olduğunu da göz ardı etmemek durumundayız. İşte tam bu noktada seksen beş milyonluk ülkenin ‘dünya bizi kıskanıyor’ sözlerini gerçek olarak gösterebilmesi adına olimpiyatlara da ayrı bir anlam atfedildiğini de unutmamak zorundayız. Yani var olan iktidarın bu madde ile yakından bağlantılı olan sekizinci maddedeki toplumsal ayrışma konusundaki yarattığı ortamın burada da karşılık bulduğunu ve özellikle Filenin Sultanlarına ilişkin ayrıştırıcı söylemlerin her fırsatta daha fazla yüzümüze vurulduğunu da bir kez daha görmüş olduk. Bu vesile ile bizim en büyük düşmanımızın yine kendimiz olduğu saptamasının bir kez daha hayata geçtiğini de grup karşılaşmasından bronz madalya karşılaşmasına kadar sosyal medya paylaşımlarında iliklerimize kadar hissettik.
Dokuzuncu madde popüler kültür ürünü yaklaşımların milli sporcularımızın bir kısmını öne çıkartırken ne yazık ki diğer bir kısmını adeta görmezden gelecek bir algıyı oluşturması ile ilgili. Bütün bu sporcularımızın ülkemizi temsil ettiğini ve milli forma için ter döktükleri gerçeğini idrak etmeli ve sporcuları ayrıştırmak yerine bir bütünün parçaları olduklarını anlamak durumundayız. Oysa tüm organizasyon süresince ve tabii ki öncesinde reklamlardan başlayarak sporcular arasında net bir ayrışmayı hayata soktuk. Ne yazık ki bu medyatiklik onları kötü etkiledi ve gerçek performanslarının sahaya yansımasını da engelledi.
Onuncu ve son maddemiz ise faturayı kime ya da kimlere kesmeliyiz? Ya da soruyu şöyle değiştirmeliyiz, neden bir türlü istikrarlı bir ülke olabilme yolunda ilerleyemiyoruz? Asıl sorunun doğru şeklinin bu olduğu kanaatindeyim. Çünkü bir ülkenin ekonomik ve toplumsal istikrarı sağlayamadığı noktalarda bu durumdan bütün diğer alanların olduğu gibi spor alanının da etkilendiği gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Milli forma taşımanın gururu ve büyüklüğünü maddi ödüller ile sınırlamanın ötesinde spor kültürünü tüm ülkeye yaymaya dönük kısa, orta ve uzun vadeli politikaları hayata geçirmeli ve bu doğrultuda topyekûn bir duruşu hayata geçirmeliyiz. Sporun göründüğünden çok daha derin ve etkili bir alan olduğunu anlamalı ve bu doğrultuda önce ülke insanımıza spor yaptırmanın yollarını aramalıyız. Ardından sporcu yetiştirme ve spor kültürünü yaygınlaştırmanın adımlarını atmalı ve son olarak sporun bir boş vakit eğlencesi olmanın ötesinde derinlikli bir yaşam kültürünü bünyesinde barındırdığının ayırdına varmalıyız. Tabii bunun için ilkokuldan başlayarak lise son sınıfa kadar boş ders olarak kabul edilen ve zor zamanlarda ilk feda edilen olarak değerlendirilen beden eğitimi derslerini de kaale almak durumunda olduğumuzu görmeliyiz. Asıl üzerinde durmamız gereken madalya sayıları veyahut altın madalya alıp almamış olmamız değildir. Her olimpiyat oyunları ile biraz daha fazla bu ülke insanlarının kendilerine olan güvenlerine ilişkin sorgulamanın bu vesile ile biraz daha fazla yaygınlık kazanması halidir. Son iki olimpiyatta kadın sporcularımızın erkek sporcularımızdan daha başarılı bir görünüm sergilediklerine şahit olduk. Ülke içerisinde sporun yaygınlaşması adına özellikle kız çocuklarının daha fazla spor ile buluşturulmasına ve tabii burada dezavantajlı bireylerin de spor ile temas ettirilmesine ihtiyacımız var. Önceliği farklı spor dallarına odaklanan, temsil edilebilen ve tabii ki yaygın bir şekilde spor yapan bir ülke olmaya vermek durumundayız. Başarı ve madalyaların bunlar sonrasında gelme ihtimali tüm bu yaptıklarımızdan çok daha fazla olacaktır.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.